Bir Müslüman Kuran’daki Her Ayete, Ayırt Etmeksizin İnanmakla Yükümlüdür
Bu başlığın konulmasının sebebi, İslam’a hurafe dahil etmeye kalkan bağnazların da, bu bağnazların kirli mantığını kullanan bazı İslam karşıtlarının da Kuran’da bazı ayetlerin, başka ayetler tarafından nesih edildiğine (yürürlükten kaldırıldığına) dair iddialarının bozukluğunu göstermek içindir. Söz konusu kişiler iddialarına delil olarak aşağıdaki ayeti kullanırlar:
Biz, daha hayırlısını veya bir benzerini getirinceye (kadar) hiçbir ayeti neshetmez (hükmünü yürürlükten kaldırmaz) veya unutturmayız. Bilmez misin ki Allah, gerçekten herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 106)
Kuran’a karşı dil eğip büken kişiler, kendi hurafelerini Kuran’ın yerine din olarak hakim edebilmek için bu ayetin kendilerince çarpık yorumunu delil olarak kullanmışlardır. Bu ayeti kendilerine göre yorumlayarak bir kısım ayetleri yürürlükten kaldırabileceklerini ve hatta onun yerine uydurma hadisleri dahil edebileceklerini düşünmüşlerdir. Bazıları da kendilerince yaptıkları vahşeti meşrulaştırabilmek için, hiçbir dayanakları olmadığı halde, Kuran’ın şefkat, merhamet, affedicilikle ilgili hükümlerinin kalktığını, savaşın esas olduğunu öne sürerler. Bir kısım İslam karşıtları da, sarhoş edici içkiler veya savaş ile ilgili olarak nesih edilmiş ayetler olduğunu iddia etmektedirler. Buradan yola çıkarak Müslümanları da, yürürlükten kaldırmaya uyanlar ve yürürlükten kaldırmaya uymayanlar olarak ikiye ayırma eğiliminde olmuşlardır. Bunların hiçbiri doğru değildir.
Burada söz konusu kişilerin son derece çarpık iddialarına delil göstermeye çalıştıkları ayetin açıklaması şöyledir: “Hiçbir ayeti neshetmez” ifadesinde geçen “ayet” kelimesi tekil anlamındadır. Ayet kelimesinin delil, mucize gibi anlamları da vardır fakat Kuran’da Kuran ayetlerini niteleyen “ayet” kelimesi hiçbir zaman tekil olarak kullanılmaz. Tekil olarak kullanılan ayet kelimesi daima “delil” anlamında kullanılmış ve diğer tüm ayetlerde bu anlamıyla tercüme edilmiştir.
Dolayısıyla buradaki anlam “Kuran ayetleri” değil, daha önce gelmiş olan “deliller, kurallar ve şeriatlardır”. Dolayısıyla ayete göre, kendilerine hak kitaplar verilen önceki toplulukların yani Musevilerin ve Hristiyanların yükümlü olduğu bir kısım uygulama ve hükümler zaman içinde unutulmuşsa bunlar Kuran ile hatırlatılmakta veya ortadan kaldırılmaktadır. Onun yerine ise bir benzeri veya daha hayırlısı Kuran ile getirilmiş olmaktadır.
Burada ayette geçen “unutturma” kelimesinin de üzerinde durmak gerekir. Bir hükmün diğerini nesih etmesi için, diğer hükmün “unutulmuş” olması gerekmektedir. Kuran’da ayetlerin tamamı 1400 senedir değişmeden durduğuna göre, bir ayetin diğerini nesih etmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Bağnazların nesih edildiğini iddia ettikleri hükümler unutulmuş değildir, Kuran’da halen bulunmaktadır. Buradan da açıkça anlaşılmaktadır ki, burada bahsedilen nesih konusu ayetin bir diğer ayeti nesih etmesi şeklinde değil, geçmiş topluluklara ait olup, zamanla unutulmuş hükümlere yöneliktir. Geçmiş topluluklara indirilmiş fakat “unutturulmuş” olan hükümler, bu hükümlerin daha hayırlısı veya bir benzeri şeklinde Kuran ile söz konusu topluluklara, hüküm olarak gönderilmiştir.
Kuran “Korunmuş” Bir Kitaptır
Kuran, Rabbimiz’in ayetinde açıkça belirttiği şekilde “korumaya alınmış” bir kitaptır:
Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
“Korunmuş” bir kitapta hükümleri tüm Müslümanlar için şart olan ayetlerin bir kısmının geçerli görülüp bir kısmının yok sayılması gibi bir durum imkansızdır. Nitekim Kuran’ın bütünündeki mükemmellik, matematiksel ve bilimsel mucizeleri, yol gösterici özelliği ve Kuran’ın korunduğuna dair pek çok ayet, hurafecilerin ve bir kısım İslam karşıtlarının bu iddialarını ortadan kaldırmaktadır:
Onlar, o zikir (Kur’an) kendilerine geldiğinde inkâr ettiler. Halbuki o, eşsiz yücelikte bir Kitap’tır. Batıl, ona önünden de, ardından da gelemez. (Çünkü Kur’an,) Hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen (Allah)tan indirilmedir. (Fussilet Suresi, 41-42)
Şüphesiz, onu (Kuran’ı) (kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak Biz’e ait (bir iş)tir. Şu halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize ait (bir iş)tir. (Kıyamet Suresi, 17-19)
Kuran, ayette açıkça belirtildiği gibi eşsiz bir Kitap’tır ve batılın ona önünden de arkasından da erişebilme imkanı yoktur. Bu Kitap, Rabbimiz’in koruması altındadır. Dolayısıyla bazı hükümlerin Kuran ayetlerinin hükmünü ortadan kaldırdığı iddiası apaçık bir iftiradır.
Burada, İslam’a ve Kuran’a söz konusu iftirayı atan bir kısım sözde alimlerin, nesih edilmiş ayetler sayısında da müthiş bir ihtilaf içinde olduklarını da belirtmek gerekir. Her biri, nesih edilmiş kabul ettikleri her ayet için kendilerince yeni bir hüküm koymakta ve dolayısıyla kuralları farklı olan yeni dinler geliştirmektedirler. Bazı sözde alimler ise hadislerin ayetleri nesih edeceğini iddia edebilecek kadar bile ileri gitmişlerdir. Allah’ın “…Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık…” (Enam Suresi, 38) ayetini bu insanlar adeta görmezden gelmektedirler. Kuran ayetlerini reddetmekte ve yerine, bir kısmı tamamen uydurma olan hadisleri koymaktadırlar. İşte bu büyük mantık çöküntüsü İslam adına gerçekleştirilen radikal eylemlerin de temelini oluşturur. Sonraki bölümlerde bu konuyu detaylı olarak inceleyeceğiz.
Tıpkı hurafeciler gibi İslam karşıtları da ayet üzerinden yaptıkları bu çarpık yorumu, İslam ile ilgili çok fazla hükme uygulamaya kalkışmışlardır. Söz konusu kişilerin nerede hata yaptıklarının daha iyi anlaşılması için bu iddiaları inceleyelim:
“Mekke Dönemi Müslümanları” ve
“Medine Dönemi Müslümanları” Ayrımındaki Yanılgılar
Bir kısım İslam karşıtları, barışı savunanılımlı Müslümanlar için “Mekke dönemi Müslümanları” gibi bir tanımlama yaparlar. Onlara göre Peygamberimiz (sav)’in Mekke’de bulunduğu dönem, savaşların yaşanmadığı barışçıl bir dönemdir. Peygamberimiz (sav)’in Medine’ye hicretinin hemen ardından ise savaşlar başlamıştır. Bir kısım kişiler de buradan yola çıkarak İslam’da savaşı savunanların sadece Medine döneminde vahyolunan ayetleri kabul ettiklerini, barışçıl olanların ise sadece Mekke dönemi ayetlerini kabul ettiklerini iddia ederler. Bu son derece cahilce ve bir o kadar da mantıksız bir iddiadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir Müslümanın Müslüman vasfı kazanabilmesi için en temel şart, Kuran ayetlerinin hiçbirini diğerinden ayırt etmeden tümüne inanmasıdır. Eğer tek bir ayetin hükmünü kabul etmezse Kuran’da belirtilen anlamda Müslüman vasfını kaybeder. Dolayısıyla “Müslümanım” diyen birinin Kuran’a göre “bu ayeti kabul ediyorum, diğerini etmiyorum” ayrımı yapma durumu kesin olarak yoktur.
Peygamberimiz (sav) zamanında, Mekke döneminde savaş yaşanmadığı, Medine döneminde savaş yapıldığı ve bu özel savaşlara yönelik olarak ayetler indirildiği doğrudur. Bunun sebebini anlamak için Peygamberimiz (sav) döneminin zorlu ortamını kavramak gerekmektedir.
Mekke Döneminde Müslümanların Zorlu İmtihanı
Kuran’ın Peygamberimiz (sav)’e vahyi tam 23 yıl sürdü. Bunun ilk 13 yılında Müslümanlar Mekke’deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar.
Fakat söz konusu pagan toplulukların saldırısı son bulmadı.
Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (sav)’in Peygamberliğini önemsememiş göründüler. İman etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe, Hz. Peygamber (sav)’in davetine ses çıkarmadılar. Yalnızca, Peygamberimiz (sav)’i gördüklerinde, kendisine yönelik sözlü saldırılarda bulundular. Müslümanları kendilerince alaya alıp küçümsediler. Böylece Kureyşlilerin “sözlü saldırı” devri başlamış oldu.
Kuran’da söz konusu durum bize şu şekilde bildirilmektedir:
Doğrusu, ‘suç ve günah işleyenler,’ kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
Yanlarına vardıkları zaman, birbirlerine kaş-göz ederlerdi.
Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle dönerlerdi.
Onları gördükleri zaman ise: “Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır” derlerdi. (Mutaffifin Suresi, 29-32)
Müslümanlar Mekke’deki putperest düzenin içinde azınlık olarak yaşadılar ve çok büyük baskılarla karşılaştılar. Pek çok Müslümana fiziksel işkenceler yapıldı, bazıları şehit edildi, çoğunun evi ve malları yağmalandı, sürekli hakaret ve tehditlerle karşılaştılar. Buna rağmen Müslümanlar şiddete başvurmadan yaşamaya devam ettiler, putperestlerden sadece uzaklaştılar ve onları hep barışa çağırdılar. |
Mekke puta tapıcıların merkezi durumundaydı. Kâbe ve civarındaki putları ziyaret için gelenlerle Mekke her gün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibar kazanıyordu. Kureyşliler Mekke’de Müslümanlığın yayılmasını bir tehdit olarak görüyorlardı, çünkü bu gerçekleşirse çıkarlarına zarar geleceğini ve diğer kabilelerin kendilerine düşman olacağını düşünüyorlardı. Ayrıca biliyorlardı ki, Müslümanlık herkesi eşit sayıyor, soy ayrımı, zenginlik-fakirlik farkı gözetmiyordu. Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığın yayılmasını önlemek için tedbir almaları gerektiğine inandılar. Buna, Müslümanlara yönelik işkenceler, hatta cinayetler de dahildi. (İbn Hişâm, 1/287)
Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye bu ağır işkencelere maruz kalmış değerli Müslümanlardandı.
Safvân b. Ümeyye’nin kölesi olan Ebû Füheyke, sahibi olan müşrik tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi.
Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak eziyet edilmişti.
Ammâr’ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parçalanmış, kocasının bu şekilde vahşice şehit edilmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil’in attığı bir ok darbesiyle katledilmişti. (Zâdü’l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/254)
Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl’i her gün çıplak vaziyette kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (sav)’e karşı gelmesi ve Müslümanlığı terk etmesi için eziyet ederdi. Bir gün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna bir ip geçirmiş ve onu kızgın kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürüklemişti. (Zâdü’l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/253)
Hâşimîlerden çekindikleri ve amcası Ebû Tâlib’in himayesinde olduğu için önceleri Peygamberimiz (sav)’in şahsına dokunamıyorlardı. Zamanla kendisine “mecnun, falcı, şair, sihirbaz” gibi iftiralar atmaya başladılar. En sonunda fırsat buldukça Peygamberimiz (sav)’e de hakaret etmekten, işkence ve her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmediler.
Dönemin müşrikleri, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman gibi, kuvvetli ve itibarlı ailelere mensup Müslümanlara pek dokunamıyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, tarihte eşine rastlanmayan, hatta vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. |
Bütün bu işkenceler Müslümanlara sadece iman ettikleri ve insanlara İslam’ı anlattıkları için gerçekleşiyordu. Bu baskı, işkence, şiddet ve dehşet ortamı içinde Müslümanlar, İslam’ın şartı gereği hiçbir şekilde kendilerine zarar verenlere zarar vermemiş, en insani hakları olan karşı savunmada dahi bulunmamışlardır. Müslümanların karşı atak yapmadığını gören Kureyş müşrikleri azgınlıklarını ve işkencenin dozunu daha da arttırmışlardır. Öyle ki söz konusu Kureyşliler, artık gördükleri Müslümanı anında şehit eder hale gelmişlerdir.
Eziyetlere hiçbir şekilde karşılık vermeyen, Kuran’da kan dökme izni verilmediği için savunmaya dahi geçmeyen Müslümanlar, işkenceler çirkinleştikçe Mekke’de barınamaz hale gelmişlerdir. Bu durum, Medine’ye göçü gerekli kılmıştır.
Medine Dönemi ve Savaşlar
Mekke’de putperestlerin baskılarının şiddetinin artmasıyla birlikte, Müslümanlar daha özgür ve dostane bir ortamın bulunduğu Yesrib (sonraki ismi Medine) şehrine hicret ederek burada kendi yönetimlerini kurdular. Ne var ki kendi siyasi yapılarını bu şekilde oluşturduktan sonra bile, Mekkeli putperestlerin saldırısı son bulmadı. Kureyşliler, bulundukları alana kadar Müslümanları takip edip şiddetli eylemlerini devam ettirdiler. Peygamberimiz (sav) ve yanındaki Müslümanlar ise, Mekke’nin saldırgan putperestlerine asla savaşla karşılık vermediler.
Dünyada hiçbir kişi, topluluk veya ülke, bir saldırı karşısında cevapsız kalmaz. Mutlaka “nefsi müdafaa” adına kendisine saldıran topluluğa cevap verir veya en azından kendisini savunur. Yaptığı bu nefsi müdafaa karşısında ise kişileri mahkemeler, ülkeleri ise uluslararası hukuk daima haklı görür. Çünkü karşı taraftan haksız bir saldırı vardır ve kişinin canı, ailesi, sevdikleri; bir ülkenin milleti, namusu, toprakları tehlikededir.
Normal şartlarda aynı durum Mekke döneminde Peygamberimiz (sav) ve Müslümanlar için de geçerlidir. Fakat buna rağmen, tümüyle haksız ve doğrudan cana kasteden saldırılar devam edince, Allah’ın öldürmeyi haram kılan hükmü gereği Peygamberimiz (sav) ve Müslümanlar asla ve asla karşılık vermemişlerdir. Bunun yerine ayetin hükmü olarak karşı tarafı daima barışa çağırmış ve barış teklifi sonuç vermeyince zulmeden topluluktan –kendi şehirlerini, evlerini geride bırakarak– uzaklaşmışlardır. 13 seneye yaklaşan Mekke devrinde ve Medine devrinin ilk yılında, müşriklerden gördükleri bunca zulüm, işkence ve haksızlığa rağmen, müminlere, sabırlı olmaları emredilmiştir.
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et” (Nahl Suresi, 125) ayeti gereği Allah’ın dinini güzellikle tebliğ etmeleri emredilmiş, savaşa izin verilmemiştir. Müslümanlardan söz konusu zulme karşı koymak isteyenlere Peygamberimiz (sav)’in cevabı şöyle olmuştur:
“Henüz savaş izni verilmedi, sabredin Allah’ın yardımı yakındır, çektiğiniz çilelerin mükafatını göreceksiniz…”
Peygamberimiz (sav)’in kendisini ve topluluğunu savunma izni, Medine’ye göçü sonrası şu ayetler ile verilmiştir:
Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar… (Hac Suresi, 39-40)
Bu ayetler ile, yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” demeleri nedeniyle haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarılan Müslüman topluluk, karşı savunma hazırlıklarına başlamıştır. Ayette açıkça belirtildiği gibi, “kendilerine savaş açılmış, saldırıya uğramış olan Müslüman topluluğa” savunma izni verilmektedir; saldırma emri değil. Bu ayetin sonrasında Müslümanlar kendilerini korumaya başlamış, kendilerine saldıran bu azgın topluluğa karşı savunma savaşları gerçekleştirmişlerdir. Bundan sonra savaş ve savunma konusunda indirilen ayetler, süregelen savaşlar sırasındaki uygulamalara yönelik tarifler içermektedir. Bir başka deyişle, sadece o savaştaki o duruma özel bir tarif yapılmaktadır. Dolayısıyla Kuran’daki savaş ile ilgili ayetlerin tümü, dönemin güç şartlarını ve Peygamberimiz (sav)’in adaletini anlayabilmemiz için, sadece o dönemdeki saldırılara yönelik olarak indirilmiş özel ayetlerdir.
Savaşlar Kimlere Karşı Yapıldı?
Kuran’da tarif edilen savaşlar konusunda hatırlatılması gereken önemli nokta da söz konusu savaşlardaki “karşı taraf”tır. Bir kısım dini ve tarihi kaynaklar, Peygamberimiz (sav) döneminde yapılan savaşların dönemin Musevilerine karşı gerçekleştiğini yazar. Söz konusu kaynakları okuyan bir kısım kişiler de, Kuran’da söz konusu özel savaşlar için indirilmiş olan ayetlerin Musevilere yönelik olduğunu iddia ederek Kuran’da bir çeşit antisemitizm arayışı içine girerler. Oysa bu ciddi bir aldatmacadır.
Peygamberimiz (sav)’e ve Müslümanlara yönelik söz konusu zulmü yapanlar müşriklerdir. Bunların büyük bir kısmı putperesttir. Amaçları putlarına ve sapkın inançlarına zarar gelmesini engelleyebilmektir. Bir kısmı ise Musevi toplulukların arasından çıkan münafık ve müşriklerdir. Bunların Museviler olarak adlandırılması çok büyük hatadır. Müslüman topluluklarının arasından çıkan bir müşrik veya münafık nasıl “Müslüman” olarak değerlendirilemezse, Musevilerin arasından çıkan ve vahşet yayan müşrikler ve münafıklar da Musevi olarak değerlendirilemezler. Gerçek bir Musevinin savaşa kalkışması, dindar insanların canını alması mümkün değildir.
Kuran, antisemitizmi lanetler. İşte bu yüzden Kuran’ın içinde Musevi düşmanlığına dair bir ifade aramaya kalkanlar daima elleri boş dönerler. Söz konusu ayetleri Musevilere yönelik savaş ayetleri olarak yorumlamaya kalkanların büyük kısmı şu tarihi gerçekten de habersizdir:bunu iyi anlamaları gerekiyor. Peygamberimiz (sav), dönemin Musevileriyle daima çok iyi ilişkiler içinde olmuş, onlara sevgi ve şefkat göstermiş, aynı şekilde dönemin gerçek dindar Musevileri de aynı sevgi ve saygıyı Peygamberimiz (sav)’e yöneltmişlerdir.
Peygamberimiz (sav)’in Musevilere, Tevrat’a ve Museviliğe karşı sevecen tavrı ile ilgili detaylı bilgiler, kitabın ilerleyen bölümlerinde geniş olarak ele aldığımız Kitap Ehli başlığında açıklanmıştır.