Kuran’da, “Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı…” (Araf Suresi, 51) ayetiyle de açıklandığı gibi, cahiliye toplumunda insanlar dünya hayatı hakkında büyük bir aldanış içerisindedirler. Hayatlarının ne kadar kısa ve ne kadar eksikliklerle dolu olduğunu bildikleri halde, yine de bu geçici hayatı, ahiretteki sonsuz olan yaşamlarına tercih ederler. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise dünya hayatında elde etmeyi umdukları menfaatleri daha kolay ulaşılabilir görmeleri ve ahiretin varlığından kendilerince şüphe etmeleridir. Onların bu çarpık mantıklarına göre, dünya her an ulaşabilecekleri gibi ellerinin altında, ahiret ise uzaktadır.

Bu, elbette ki son derece yüzeysel bir mantıktır. Herşeyden önce insanın dünya hayatındaki yaşantısı son derece kısa bir zaman dilimine sığmaktadır. Bir kısmı çocukluk bir kısmı da yaşlılık dönemi ile geçen elli altmış yıl, sonsuz ahiret yaşamının yanında hiç tartışmasız ki çok kısadır. Bundan da öte, insan, bu elli altmış yıllık süreyi bile dolduramadan, her an, herhangi bir sebepten dolayı ölebilir ve elinin altında sandığı dünya hayatı da bir anda yokolup gidebilir. Ve her insan kendini, hiç beklemediği bir anda çok uzakta sandığı, ama aslında çok yakın olan ahiret hayatına başlarken bulabilir. İşte gafil olan cahiliye insanları bu kısa zamanı Allah’ın rızasını ve cennetini kazanabilmek için değil, sadece dünya hayatını “kendilerince” en iyi şekilde yaşayabilmek için harcarlar. Oysa tüm hayatları maddi manevi pek çok sıkıntı ve azapla geçer.

Tüm hedefleri dünyadan ibaret olan bu insanların şevklendikleri konular da elbette ki dünya hayatında edindikleri küçük amaçlar ile sınırlıdır. Aslında onların şevk ve heyecan sandıkları his dünya hırsından başka birşey değildir. Dünya hayatına tutkuyla bağlı oldukları için çıkar elde edebileceklerini umdukları küçük-büyük herşeye karşı içlerinde nefsani bir coşku duyarlar. Bu mantığa göre elde edecekleri menfaatlerin herbiri dünya hayatını çok daha iyi şartlar altında yaşamalarını sağlayacaktır. Dolayısıyla, kimileri zengin olabilmek, kimileri toplumda iyi bir yer edinebilmek, kimileri de kariyer sahibi olabilmek gibi konularda içlerinde büyük bir şevk duyarlar. Hedefledikleri bu çıkarlara ulaşabilmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz, tüm zorluklara katlanırlar.

Bu kimselerin şevk anlayışlarına günlük hayattan da pek çok örnek vermek mümkündür. Sözgelimi çevresinde itibar kazanmasını sağlayacak bir diploma almayı hedefleyen bir öğrenci, her türlü zorluğa rağmen hiç durmadan büyük bir gayretle yıllarca çalışabilir. Bu uğurda gerektiğinde günlerce uykusuz kalmayı, arkadaşlarından ya da eğlence ortamlarından soyutlanmayı, her sabah erkenden yola koyulup koşuşturmayı göze alır. Ama aynı fedakarlığı bir dostuna yardımda bulunmak için yapmaz. Çünkü bu fedakarlıktan elde edebileceği dünyevi bir menfaat söz konusu değildir.

Burada vurgulanmak istenen nokta, insanların büyük bir bölümünün şevk ve heyecanla bir işi başarmayı bilmelerine rağmen, bunu sadece kendi menfaatleri söz konusu olduğunda uyguluyor olmalarıdır. Bu insanlar aynı şevki Allah’ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanacak bir iş için hissetmez, kendilerince dünyevi bir çıkar görmüyorlarsa son derece şevksiz bir ruh hali içinde olurlar.

Cahiliye toplumunun sadece dünyevi çıkarlar üzerine kurulu bu şevk anlayışına şöyle bir örnek daha verilebilir: İflas etmek üzere olan bir işadamı, şirketini bu durumdan kurtarabilmek için öylesine büyük bir istek duyar ki aklını, imkanlarını, zamanını olabilecek en iyi şekilde kullanır. Aynı şirkette sabit bir maaşla çalışan bir işçi ise, şirketi iflastan kurtarmak için içinde aynı şevki duymaz, dolayısıyla bu konuda akılcı bir çözüm de üretemez. Çünkü şirket onun değildir. Şirket iflas ettiğinde zarara uğrayacak olan kişi de yine kendisi değildir. Görüldüğü gibi, cahiliye toplumlarında herhangi bir konudaki şevkin ve kararlılığın temelinde genelde bu işin sonucunda elde edilecek olan dünyevi menfaatler yatmaktadır. Şevkin derecesini belirleyen de yine menfaatin derecesidir.