İnsan ölmek hiç istemez. 90 yaşında dahi olsa ölümü çok uzak görür kendinden. Hala hayata dair planlar yapar, sanki önünde uzun bir ömür varmışcasına. Allah Bakara Suresi 76. ayetteki “(Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister” ifadesiyle insan nefsinin bu içgüdüsüne dikkat çeker.
Kendinden çok uzak görse de aslında herkes ölecek yaşta. Küçük bir çocuk da, yetişkin bir insan da aslına ölüme eşit mesafede. Kimsenin ne kadar yaşayacağının ise hiç bir garantisi yok, o yüzden kimse kendisini bir başkasından daha uzak göremez ölüme.
Hayat bir kum saati gibi. Doğmamızla birlikte kum saatinin dolu tarafı artık boş tarafına doğru akmaya başlıyor. Ve gitgide kum taneleri azalıyor. Bizim düşünmemiz, düşünmememiz, unutmamız ya da unutmamamız farketmiyor. O kum saati akmaya devam ediyor. Ta ki sonuncu kum tanesi o kum saatinin ince yerinden aşağıya akana kadar. Kimin kum saatinin ne kadar dolu olduğunu ise sadece Allah biliyor.
O kum saatinin akıp bitmesi bir gözaçıp kapaması kadar sürüyor aslında. Ama o anları yaşarken insana ömür hiç bitmeyecekmiş gibi uzun geliyor. Allah bize bu algıyı hayatımız boyunca yaşatıyor. Halbuki açık şuurla düşünülse, hayatımız birkaç on senelik safhalardan oluşuyor aslında. Çocukluk dönemini, hastalıklarla, zayıflıklarla geçecek yaşlılık dönemlerini de çıkartırsak, aslında gerçek anlamda yaşayacağımız en fazla 2-3 tane 10 sene kalıyor geriye. O da sağlıklı ve güçlü mü geçecek yoksa hastalıklarla mı? Bunu da sadece ve sadece Allah biliyor. Çünkü kaderimizi takdir eden O.
İmtihan olduğumuz için insanoğlunun nefsinde ölümü düşünmemeye yönelik bir inat oluyor. Aslında gözünü nereye çevirirse çevirsin ölümle sürekli burun buruna geliyor, ama yine de kendine kondurmuyor insan. Dünya üzerindeki herşey ölümlü. Sadece insan değil. Hayvanlar, bitkiler, böcekler, meyveler, sebzeler hatta eşyalar, hatta ve hatta kainatın kendisi ölümlü. Bahçedeki bir gül hiçbir zaman ilk günkü tazeliğiyle kalmıyor, ya da meyve ağacındaki bir şeftali. Kapımızın önündeki köpeğimiz ömrümüz boyunca yanımızda olamıyor, o da yaşlanıyor, o da hastalanıyor, o da ölüyor. Eşyalarımız, evimiz, arabamız eskiyor. Aslında dünyanın kendisi eskiyor. Ölümün bu kadar hakim olduğu bir ortamda insan hayatın bu gerçeğine şaşırtıcı şekilde kulaklarını ve gözlerini kapatabiliyor. Bu gerçeğe kör kalabiliyor.
Halbuki Allah bizim ölümü düşünmemizi istiyor. Peygamber Efendimiz (sav) de “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın” diye bildiriyor. (Tirmizi, 2307) Çünkü ölümü düşününce, dünyanın geçici bir yer olduğunu anlamaya başlıyor insan. Ahiretin asıl yurdumuz olduğunu, ahirete yönelik hazırlık yapmamız gerektiğini farkediyor insan. Düşünmemenin, ölümü çok uzak görmenin ruha verdiği şımarıklıktan kurtulmaya başlıyor insan, ölümü düşündükçe.
Ama pekçok insan bunu kendi iradesiyle başarma gücüne sahip olamıyor. Kimi korktuğu için, kimi belki tam konsantre olamadığı için, kimi inat ettiği için, kimi de belki hakikaten akledemediği için. O yüzden Allah düşündürmek, insanları Kendisine yöneltmek için istisnasız her insana hayatı boyunca çeşitli acizlikler, zorluklar, çileler yaşatıyor.
Çünkü Allah bizim ahirete hazırlıksız gitmemizi istemiyor. Ahirette geri dönüşü olmayacak bir pişmanlık yaşamamızı istemiyor. Allah biz kullarının mutlu olmasını, güzel bir hayat yaşamasını istiyor. Bunun için de bizim güzel bir ahlaka ulaşmamızı istiyor.
Hayatımız boyunca yaşadığımız, hatta ilk bakışta olumsuzluk olarak değerlendirdiğimiz hastalıklar, sakatlıklar, eksiklikler, yaşla birlikte gelişen değişimler hep bu hikmetle yaratılıyor. Daha güzel bir ahlakta olalım, daha derin bir bakış açısına sahip olalım, öleceğimiz gerçeğini unutmayıp ona göre ayakları yere basan olgun bir ruhta yaşayalım diye.
İnsanlar hep sağlıklı olsalar, hep genç kalsalar bu dünyaya delice bağlanma hırsları daha kuvvet kazanabilir. Halbuki yüzündeki yaşlanma belirtilerini görmeye başlayan insan, belki bir gün önce tamamen sağlıklıyken, bir gün sonra şiddetli ağrılarla uyanan insan, doktora gittiğinde kansere yakalandığını öğrenen insan, araba kazası geçirip de hayatının en güçlü çağlarında kolunu-bacağını kaybeden insan beynini düşünmeye daha kolay odaklayabilir.
Ölümlü olan bir bedenle, ölümlü olan bir hayata bu kadar delice bel bağlamanın mantıksızlığını anlamaya başlar. Tabii imana yatkın bir aklı ve ruhu varsa.
Önem verdiği konular değişmeye başlar. Dünyadaki mal-mülk, güzellik, zenginlik, kariyer gibi şeylerin geçici olduğunu, hatta tek bir MR sonucuyla bile önemlerini yitirdiğini anılmaya başlar. Belki 20-30 sene bu inançla yaşamış olabilir bir insan ama tek bir hastalık belki onun bu hatalı bakış açısını değiştirmeye yeter.
Gazetelerde televizyonlarda çok sık görüyoruz, öncesinde imani derinliği olmayan, hatta kimi zaman dine karşı katı tutum sergileyen insanlar, bir hastalık sonrasında Allah’a yöneldiklerini, ahiretin varlığını, imanla huzur bulduklarını anlatmaya başlıyorlar. Neden? Çünkü belki de o zamana kadar düşünmesi gerektiğini dahi düşünmemekten kaynaklanan bir gaflet oluyor üstlerinde. Ani karşılaşılan o hastalıklar, o zorluklar insana düşünmeyi hatırlatıyor. Düşünen insan da gerçekleri görebilmeye başlıyor.
Allah kullarına karşı çok merhametli olan. Dünyadaki tüm zorluk ve sıkıntıların temelinde kullarına olan sevgisi hakim. Bu vesileyle Allah kullarını eğitiyor. Dünyada bir gözaçıp kapama süresi boyunca belki insanın canı yanıyor, zorlanıyor, sabretmesi gereken hallerle karşılaşıyor. İmtihanın gereği olarak o anlık süreyi çok uzun da algılatabiliyor Allah. Ama Allah bu eğitimin sonucunda kullarının ahirette sonsuza kadar mutlu, neşe, sevinç içinde yaşamalarını nasip ediyor.
Adnan Oktar’ın Arab News’de yayınlanan makalesi: