İnsanın, elinde tüm hammadde olmasına rağmen, oluşturamadığı en büyük nimetlerden biri “su”dur. Yaşam için en büyük ihtiyaç olan su, insanlara Allah tarafından hazır olarak sunulmuştur. Suyun oluşumunu bir laboratuvarda izleyemez, onu oluşturamayız. Su, dünyanın oluşumu sırasında bir defaya mahsus olarak meydana gelmiş ve canlılara sunulmuştur. O zamandan bu zamana canlı yaşamının devamını sağlayan su, aynı sudur.

Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Su, Allah’ın hayatın temeli olması için özel olarak var ettiği, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile hayat için yarattığı bir maddedir. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı bu su sayesinde hayatlarını sürdürür, yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.

Su, bilindiği gibi iki hidrojen ve bir oksijen atomunun birleşmeleri sonucunda oluşan bir moleküldür. Doğada oksijen ve hidrojen atomları bol miktarda bulunur. Ama bunlar hiçbir zaman bir anda birbirlerine bağlanarak suyu oluşturmazlar. Hidrojen ve oksijen atomlarının bir araya gelerek suyu oluşturabilmeleri için çarpışmaları gerekmektedir. Çarpışma sırasında hidrojen ve oksijen atomlarını oluşturan bağlar zayıflar ve bu atomlar yeni bir molekül olan suyu oluşturmak üzere birleşirler. İşte suyu oluşturabilmek için gerekli olan bu çarpışma, ancak çok yüksek bir sıcaklıkta ve yüksek bir enerji seviyesinde mümkün olabilmektedir. Şu anda yeryüzünde suyun oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Bu nedenle yeni su moleküllerinin oluşumu imkansızdır. Dünyada hali hazırda var olan, içtiğimiz, kullandığımız, denizleri, okyanusları oluşturan su, dünyanın yaratılışı sırasındaki yüksek sıcaklık sonucu oluşan sudur. Ancak suyun mucizevi özellikleri bunlarla sınırlı değildir.

Suyun Hayranlık Uyandıran Özellikleri

Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:

Üstten Donma Özelliği: Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+4°C’ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar.

Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buzun, aslında “normal” fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, buz su üstünde yüzer.

Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.

Gizli Isı Özelliği: Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, “gizli ısı” olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun “termal kapasitesi”, yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.

Isı Farkını Dengeleme Özelliği: Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya’da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C’ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C’ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.

Isıyı İletebilme Özelliği: Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C’yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.

Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı.

Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu?
Su “Normal” Davransaydı Ne Olurdu?

Su “normal” davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?

Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alttan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece dünyadaki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya’nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su “normal” davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.

Suyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.

Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah’tır.

Allah Vakıa Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?” (Vakıa Suresi, 68-70)
Suyun Varlığı Üzerinde Düşünmenin Önemi

Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su bulunmamaktadır. Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler, Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya’daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir. Bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır.

Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanların büyük bir bölümü suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya’da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece mucizevi bir durumdur.

İnsan besinsiz 1-2 hafta kadar yaşayabildiği halde su içmeksizin 3-4 günden daha fazla yaşayamaz. Yüzde 55 ile 75’i sudan oluşan insan vücudunda, terleme ve solunum benzeri aktivitelerle günde 2-3 litre su kaybedilir. Kaybedilen su, susama duygusunun ardından içilen su ile telafi edilir.
VÜCUDUMUZDAKİ SU DEDEKTİFİ HİPOTALAMUS

İnsan vücudu için bu denli önemli olan suyun miktarında gün içinde gerçekleşen en ufak değişimleri dahi algılayan sistemler vardır. Bunların başında, beynimizin bir bezelye tanesi büyüklüğünde olan hipotalamus denen bölümü gelir. Hipotalamus, kanda su oranı azaldığında bunu hemen algılar. Ve buna yönelik bir önlem olarak hipotalamusun hemen altında yer alan 1 cm büyüklüğündeki hipofiz adlı bez, “ADH” isimli bir hormon salgılar.

Bu hormon kan dolaşımı yolu ile uzun bir yolculuğa çıkar ve böbreklere ulaşır. Böbreklerde aynen bir kilidin bir anahtara uygunluğu gibi tam bu hormona uygun özel alıcılar vardır. Hormonlar bu alıcılara ulaştıkları anda böbreklerde hemen su tasarrufu düzenine geçilir ve su atılımı çok az bir düzeye indirilir.

Eğer hipofiz hormonu ve bu hormonun getirdiği “su tüketimini azaltın” emrini anlayıp uygulayan böbrek hücreleri olmasaydı, susuzluktan ölmemek için günde 15-20 litre su içmek zorunda kalırdık.

Su, tüm canlılar için olduğu gibi insanlar için de en önemli yaşam kaynağıdır. Vücut sıcaklığının ayarlanması, besin maddeleri ve oksijenin taşınması, atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılması ve sindirimin kolaylaştırılması gibi insan vücudunda gerçekleşen hemen hemen her fonksiyonda yer alır. Ayrıca organ ve dokuların korunmasını sağlar. Örneğin hücrelerimizi çevreleyen suyun sadece yüzde ikisini kaybettiğimizde yaklaşık %20’lik bir enerji kaybına uğrar ve bitkinleşiriz. Sadece bu bile suyun insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu anlamak için yeterlidir.