Enaniyetle din ahlakının gereklerinin birarada yaşanamayacağı kesindir. Çünkü din ahlakının en önemli şartı yalnızca Allah’ın büyüklüğünü tanımak, yalnızca O’nu ilah edinmektir. Enaniyetli bir kimse ise kendini Allah’tan bağımsız müstakil bir varlık olarak görür ve hevasının emirlerini yerine getirir. Allah’ın kulu olduğunun şuuruna varamaz. Allah’ın kendisine vermiş olduğu özelliklerden ötürü büyüklenerek nefsini yüceltir. Kısaca kendi nefsini ilah edinir, onu Allah’a ortak koşar. Dolayısıyla enaniyetle din ahlakı değil, ancak şirk yaşanabilir.
Enaniyetli bir kimse, dediğimiz gibi, nefsini ilahlaştırmış olduğu için, Allah’tan başka ilah olmadığını bildiren hak dinle daha en temel noktada çatışmaktadır. Dolayısıyla din ahlakını yaşaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Zaten biraz ileride bahsedeceğimiz özel bir kesim dışında, enaniyetli kimselerin genelde din ahlakını yaşama gibi bir talepleri de yoktur. Büyüklenenlerin din ahlakına karşı nasıl inatla direndikleri ve dinden kaçarcasına uzaklaştıkları birçok ayette bildirilir. “Çünkü onlara “Allah’tan başka ilah yoktur” denildiği zaman, büyüklük taslarlardı. Ve derlerdi ki: “Biz ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz” (Saffat Suresi, 35-36) ayetinde de görüldüğü gibi içlerindeki büyüklenme isteği, Allah’ı ve elçilerini tanımalarını engeller. Hatta inkarcıların kibirleri bazen öyle dehşetli boyutlara varır ki, açıkça Allah’a düşmanlık gösterirler. Kuran’da boş bir büyüklenme içinde olan bu insanların Allah’ın anılmasına karşı olan tavırları şöyle bildirilmiştir:
Din ahlakının amacı insanın Rabbimizi tanıyıp takdir etmesi ve O’na yakınlaşması, O’nun rızasını kazanmasına vesile olacak ahlaki yapıyı kazanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında enaniyet zaten dinin amacına tamamen ters bir unsurdur. Çünkü enaniyet ve büyüklenme Allah’ın sevmediği, gazaplandığı bir özelliktir. Bunu ayetler şöyle belirtir:
Dolayısıyla hedefi Allah’ın rızası olan din ahlakını, Allah’ın razı olmadığı enaniyetten taviz vermeden yaşamaya çalışmak, anlamsız ve kendi içinde çelişkili bir davranış olacaktır.
Din ahlakı tevazu, teslimiyet, alçakgönüllülük, Allah’a karşı boyun eğicilik gerektirir. Enaniyetli bir kişide ise bu tür mümin özellikleri barınamaz. Bu yüzden böyle bir kişi gerçek anlamda iman edemez.
Tevazu ve alçakgönüllülüğün en büyük alametlerinden birisi de Allah’a ve elçisine itaattir. Tevazulu olmayan biri itaat edemeyeceği için din ahlakıyla enaniyetin birarada olamayacağı burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Enaniyetli kimseler bulundukları ortamda hiçbir otoriteyi tanımazlar. Her konuda en iyi düşünüp en doğru davrananın kendileri olduğunu sanırlar. Kendilerinden çok emin oldukları için daha iyi bir bilen olduğuna ihtimal bile vermezler.
Bilindiği gibi şeytanın gizli enaniyeti de itaat noktasında ortaya çıkmış ve büyüklenmesi sebebiyle itaatten kaçmış, kafirlerden olmuştur. Kuran’da itaat konusu üzerinde çok sık ve önemle durulur. Müminde nasıl bir itaat olması gerektiği bütün ayrıntılarıyla tarif edilir. İtaat, Kuran’a göre kalben ve fiilen yerine getirilmesi gereken çok hassas bir konudur. Elçinin verdiği karara fiilen boyun eğdiği halde kalben sıkıntı ve burkuntu duymak bile imansızlık göstergesi olarak belirtilmiştir:
Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa Suresi, 65)
Kibirli insanların önemli bir alameti, daha önce de gördüğümüz gibi, Allah kendilerine elçi gönderdiğinde, onun elçiliğini kabul etmemeleri ve onunla mücadeleye girmeleridir. Çünkü güzel ahlak, akıl, takva gibi üstün özellikleri olan ve o topluluktaki herkese lider olarak gönderilen bu kişiye itaat etme fikri son derece ağırlarına gider. Oysa elçiye itaat edilmeyince Allah’a itaat edilmemiş olur. Allah’a itaatin olmadığı yerde din ahlakı da yoktur. Pek çok ayette Resule itaatin gerçekte Allah’a itaat etmek olduğu belirtilir. Örneğin bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
Görüldüğü gibi itaat konusu, enaniyetli insanların din ahlakını yaşamalarına kesinlikle geçit vermeyen bir kale gibidir. Bu kalenin kapıları ancak tevazu, teslimiyet ve alçakgönüllülükle açılır.
Bütün bunların yanı sıra enaniyet, bir kişinin bütün ahlaki vasıflarının körelmesine, kalbinin katılaşmasına yol açan bir hastalıktır. Yani enaniyet din ahlakında istenmeyen bir özellik olduğu gibi enaniyetin doğurduğu diğer olumsuz karakter özellikleri de Kuran’da haber verilen üstün ahlak modeliyle bütünüyle tezat teşkil eder. Örneğin mümin, cömertlik, fedakarlık, sabır, anlayış, şefkat, merhamet, kararlılık, vefa, hoşgörü ve bunlara benzer pek çok üstün ahlaki özelliğe sahiptir. Oysa enaniyetli bir kimsede bu mümin özelliklerinin gerçek manada bulunması mümkün değildir. Bunların aksine enaniyetli kişi, cimri, sadece nefsinin çıkarlarını düşünen, sabırsız, kararsız, anlayışsız, zalim ve benzeri özelliklerin toplandığı bir karakter yapısı sergiler. Böyle bir yapıyla da din ahlakını yaşamak ve onun hükümlerini gereği gibi yerine getirebilmek mümkün değildir. Zaten din ahlakının en önemli amacı insanın, Allah’ın razı olduğu, beğendiği bu üstün ahlaki vasıfları kazanmasıdır.
Enaniyetli Bir Kimse Din Ahlakını Yaşadığını İddia Ederse Ne Olur?
Buraya kadar enaniyetli bir kişinin samimi olarak din ahlakını yaşayabilmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını, Kuran’da tarif edilen mümin modeliyle enaniyetli bir insan modelinin taban tabana zıt olduğunu gördük. Ancak bunun aksi tavır gösterenler de vardır. Daha doğrusu din ahlakını yaşadığını iddia ederken gerçekte koyu bir enaniyete sahip olan “ikiyüzlüler” vardır.
Bu, İslam tarihinde alışılmadık bir durum değildir. Kuran’da bize başta Peygamberimiz (sav)’in dönemi olmak üzere her devirde müminlerin arasından çıkan bu tür insanlar hakkında bilgi verilir. Müminlerin bunlar hakkında yanılgıya düşmemeleri, bunlara aldanmamaları için de, bu kimselerin gerçek yüzleri açığa çıkarılır, temel özellikleri, belirleyici alametleri tarif edilir.
Kuran’da, müminlerin arasında bulunup da iman ettiklerini iddia eden ancak gerçekte iman etmeyen bir grup insandan bahsedilir. Bu kişiler enaniyetli insanların tüm vasıflarına (itaatsizlik, sadakatsizlik, riyakarlık, sahtekarlık… gibi) sahiptir. Bunlar, “münafıklar”dır. Münafıklar, çeşitli çıkar hesapları nedeniyle mümin toplumunun arasında yaşayıp küfürlerini gizlemeye çalışır, kendilerini iman etmiş gibi gösterirler. Ancak Kuran’a ve müminlerin genel hal ve tavırlarına aykırı yapıları ve davranışları nedeniyle hemen teşhis edilebilirler. Kuran’da bize onların pek çok tavır ve davranışlarından, konuşmalarından örnekler verilerek, ikiyüzlülükleri deşifre edilmiş, başta elçinin olmak üzere müminlerin de münafıkları rahatlıkla teşhis edebilmelerine imkan sağlanmıştır.
Kitabın bu bölümünde münafıklara değinmemizin asıl nedeni ise, en belirgin vasıfları enaniyet ve kibir olan bu grubun, enaniyetli insanların din ahlakını, taklidi ve göstermelik olarak bile yaşamadıklarını gösteren bir örnek teşkil etmeleridir. Gerçekten de münafıklar, başta elçiye itaat ve saygı olmak üzere, Kuran’ın pek çok hükmünü yerine getiremezler, görünürde yerine getirdikleri şeyler vardır ancak bunları son derece zorlanarak ve birçok açık vererek yaparlar.
İlerleyen sayfalarda münafıkların tarif edildiği ayetler doğrultusunda, enaniyetli insanların din ahlakını nasıl ve neden yaşayamayacaklarını, yaşamaya çalışınca ise ortaya ne tür çelişkilerin çıkacağını bazı maddeler altında inceleyeceğiz.
Allah’ı Gereği Gibi Takdir Edememeleri
Kibirin şeytanın vasfı olduğu daha önceki bölümlerde ele alınmıştı. İblis Allah’ın büyüklüğünü ve gücünü takdir edebilecek bir konumda olduğu halde, şiddetli enaniyeti sebebiyle akıldan tamamen uzaklaşmış ve çarpık bir mantık örgüsü geliştirmiştir. Bu nedenle Allah’a isyan etme cüretini göstermiştir. Kibirli insanlar da aynı şekilde bir kavrayış bozukluğu içindedirler. Bu özellik en çok münafıklarda görülür. Çünkü onların da en belirgin yönleri enaniyetli oluşlarıdır. Bu özellikleri de Allah’ın kudretini hakkıyla takdir edememelerinde kendini gösterir. Bu durum bir ayette şöyle haber verilir:
Ayette de görüldüğü gibi büyüklenen münafıklar Allah’ın herşeye şahit olan, işiten ve bilen olduğunu dahi anlayamamaktadırlar. Nitekim Allah’ı aldattıklarını (Allah’ı tenzih ederiz) bile düşünebilmeleri, bu kibirli insanların ne derece akılsız varlıklar olduğu konusunda bize fikir vermek için yeterlidir. Aşağıdaki ayetlerde de bu özellikleri şöyle vurgulanmıştır:
İtaat ve Saygı Konusunda Uyum Gösterememeleri
Tevazu saygıyı, enaniyet ise saygısızlığı ve alaycılığı doğurur. Saygı kibirli insanların ağrına gider, özellikle de elçiye karşı saygı göstermekte çok zorlanırlar. Onlar ancak alaycılıktan, saygısızlıktan, farklı olduklarını hissettirip böbürlenmekten zevk alırlar. Kibirli insanlar kendi kararlarını üstün gördükleri için peygamberlerin hükümlerine hayır gözüyle bakıp teslim olamazlar. Bu yüzden de din ahlakı içinde en çok zorlandıkları konu elçiye itaattir. Ancak Allah bu derin itaati din ahlakının belirgin şartları arasında saymış ve zalimler olarak nitelendirdiği itaatsiz münafıkların durumlarını da ayetleriyle açığa çıkarmıştır:
Allah’ı Anamamaları
Kendi nefislerinde büyüklüğe kapılan kişilerin en önemli özelliklerinden birisi, Allah’ı anmamalarıdır. Çünkü Allah’ı övmek, O’nu yüceltmek, gücünü ve kudretini takdir etmek aynı zamanda kendi kulluklarını ve acizliklerini de görüp tasdik etmek anlamına gelir. Büyüklük hevesindeki insanlara işte bu çok ağır gelir. Bunlardan dolayı Allah’ı anamayacak durumdadırlar. Bu durumları sonucu şeytanın etkisine girdikleri için tamamen dünyaya bağlanmışlardır; şeytan onları dünyevi emellere ve büyüklük hevesine kaptırarak peşinden sürükler:
Kuran’ı Dinleyememeleri
Firavun enaniyeti taşıyan bu kişiler Allah’ın elçileri vasıtasıyla gönderdiği kutsal kitapları da dinlemek istemezler. Zira okunan her ayet onlar için bir öğüt ve uyarıdır, onlara kulluklarını ve acizliklerini hatırlatır. Oysa bunlar kibirlerinden ötürü öğüt almaya, acizliklerini duymaya tahammül edemezler:
Sadakat Gösterememeleri
Din ahlakı sadakati ve vefayı gerektirir. Ancak bu insanlar sadece kendi menfaatlerini ve prestijlerini düşündüklerinden hep çıkarları doğrultusunda hareket ederler. Büyüklenme içindeki bir insandan sadakat ve vefa beklemek de yersiz olur. Bu tür insanlar yalnızca kendilerine sadıktırlar:
Zorluğa ve Zamana Karşı Dayanıksız Olmaları
Kuran’ın hükümleri herşeyiyle Allah’a teslim olmuş, yalnızca O’na tevekkül eden, ahiret yurdunu dünyaya tercih eden müminler için çok kolay ve zevklidir. Oysa bazı durumlar, birtakım dünyevi menfaatler uğruna dinden çıkar elde etmeye çalışan münafıkların hiç işine gelmez ve Kuran’ın bu tür çile, fedakarlık, kararlılık gerektiren hükümlerinden çeşitli yalan ve hilelerle kaçmaya çalışırlar:
Mallarından Rahatlıkla İnfak Edememeleri
Malını, servetini karşılıksız olarak Allah yolunda feda etmek enaniyetli insanların en çok zorlandıkları noktalardan biridir. Ancak bazı menfaatleri ağır basarak mümin topluluğunda göze batmamak amacıyla infak edenler, bunu istemeye istemeye de olsa yaparlar:
Aynı ayette münafıkların namaz kılma konusunda da oldukça zorlandıkları görülmektedir.
Buraya kadar, münafıklardan örnek vererek enaniyetli insanlar için din ahlakını yaşamanın ne derece güç, hatta imkansız olduğunu açıklamaya çalıştık. Enaniyet ve büyüklenme içindeki kimselerin sırf dünyevi menfaat için göstermelik olarak bile din ahlakını yaşamayı başaramayacaklarından, eninde sonunda ortaya çıkacaklarından söz ettik. Bu tür kişilerin en kabiliyetlileri bile, belki Allah’ın kendilerine izin verdiği bir süre çok güzel mümin taklidi yapsalar da, enaniyetleriyle çatışan ilk durumda gerçek yüzlerini ortaya koyacaklardır.
Bir kimsenin samimi tevazusu ve alçakgönüllülüğü ise onun hakiki bir mümin olduğunun alametlerindendir. Aynı şekilde mümin olduğunu iddia eden bir kişideki enaniyet de onun münafıklığının ya da münafıklığa olan eğiliminin bir alametidir.
Sonuç olarak özetlemek gerekirse, enaniyetli bir insan din ahlakını gerçek manada yaşayamaz. Dini konuları çok iyi bilse, Allah’ın kitabını baştan sona ezberlese de din ahlakını yaşamış olmaz. Aksine bildiği hükümleri uygulamadığı için daha çok sorumlu olur. Sonunda da din ahlakını ancak münafık olarak yaşayabilir hale gelir. Samimi bir mümin olması içinse herşeyden önce nefsine ilahlık vererek Allah’a ortak koşmayı bırakması, enaniyetini, gururunu terk ederek acizliğinin, kulluğunun bilincine varması gerekir. Halis din ancak böyle bir temel üzerine kurulabilir.