Din ahlakından uzak toplumlarda yaşayan insanların büyük bir kısmının hayat anlayışları ve yaşama amaçları birbirine benzer. İlk bakışta birbirinden farklı görünse de, aslında temelde aynıdır. Çünkü içinde bulundukları şartlar değişse de, dünyaya yönelik istekleri, tutkuları, hırsları, planları, idealleri ve emelleri son derece benzerdir.
İnsanın karakterinin şekil almaya başladığı ilk yıllar çocukluk yıllarıdır. Bu yıllarda çocukların oldukça sorumsuz ve dünyadan habersiz bir yaşantısı olur. Ardından okul hayatı ve gençlik yılları gelir. Bu yıllarda amaç, kalabalık bir arkadaş çevresi edinmek, okulda popüler bir insan olmak, modaya uygun markalarda kıyafetler giyinmek, çevresindekilere gösteriş yapmak gibi klasik isteklerle sınırlıdır. Ardından okul biter ve iş hayatı başlar. İş hayatında kişi kendi mesleğinde yükselmeye, daha çok para kazanmaya, daha üst bir mevkiye ulaşmaya çalışır. Bunun için tüm vaktini ve imkanlarını kullanır. Bu arada iyi bir eş bulup evlenmek ve bir an önce “çoluk çocuk sahibi olmak” için de uğraşır. Dünyadaki tek önemli olayın -kendi deyimiyle- “mutlu bir yuva kurmak” olduğunu düşünür. Kısacası doğar, büyür, eğitim görür, iş hayatına atılır, evlenir, çocuk sahibi olur, bu arada gücü yettiğince para ve itibar kazanmaya çalışır, sonra çocuklarını evlendirir, torun sahibi olur… Ve böyle belirli birkaç dünyevi amaç ve idealle yaşar. Elbette ki bunların tümü dünya hayatında gerekli olan ve Müslümanların şevkle yerine getirdikleri işlerdir ancak her insan asıl amacını unutmadan, dünyada imtihan edildiğini, dünyanın ahiret için bir hazırlık yeri olduğunu bilerek hareket etmekle sorumludur.
Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız’dır ve O’nun kudreti karşısında her insanın yapması gereken kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder. Allah’ın farz kıldığı zekat, 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür. İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır:
“İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah’ın evi Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak. (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre(2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)
Yıllar hızla geçer ve hiç ummadığı bir anda hayatın en büyük ve kaçınılmaz gerçeklerinden biriyle karşılaşır. Ölüm vakti gelmiştir; belki 50, belki 60 veya en fazla 70 yaşındayken bu dünyadan ayrılır.
O ana kadar ölümü ya hiç düşünmemiş veya çok az düşünmüştür. Çevresinde birçok insanın ölümüne şahit olmuştur, ama kendi ölümünü her zaman uzak görmüştür. Hayatı boyunca ölümün düşüncesine bile yanaşmamıştır; çünkü ölümü aklına bile getirmeyecek kadar dünyevi hırslara kapılmıştır. Bu yüzden Yüce Allah’ın rızası, cennet, cehennem gibi konulara çok uzaktır; bu gerçekler üzerinde düşünerek hayatının gerçek amacını kavrayamamıştır. Dünyada bulunduğu süre boyunca, olması gerekenden çok farklı hedefler, planlar ve çıkarlar peşinde olmuştur. Dünya için çok çalışmıştır ama ölümden sonrası için hiçbir hazırlığı yoktur.
İşte bu durumdayken, hiç ummadığı bir anda uykudan uyanır gibi, hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm ile karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmek ister, yalvarır. Ama artık çok geçtir. Allah bu insanın ve benzerlerinin durumunu Secde Suresi’nde şöyle haber verir:
De ki: “Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız.” Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 11-12)
Peki insan bu duruma nasıl düşer? Asla telafisi olmayan bir pişmanlığa kapılana kadar gerçeklerden nasıl kaçar? Dünyada bulunuş amacını nasıl göz ardı eder?
İnsanların böylesine hayati gerçekleri göz ardı etmek ve bunu yaparken de kendi kendilerini avutmak için kullandıkları bazı savunma mekanizmaları vardır. Bunlardan biri ve belki de en etkilisi insanın “kendi kendini kandırması”dır. Kendini kandıran insan, başta ölüm olmak üzere tüm gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçabileceğini zanneder. Oysa kendini kandırmak insanın kurtuluşu için bir çare değildir; aksine dünyada bulunuşunun gerçek amacını anlamazlıktan gelmek, insanı, sonu cehennemle bitecek çıkmaz bir yola sürükler. Öyleyse insanın yapması gereken, gerçekleri göz ardı ederek kendisini kandırmayı bir kenara bırakması ve Allah’ın kendisine dünyada tanıdığı süreyi en iyi şekilde değerlendirmesidir.
Şimdi tüm bunları bir de kendiniz için düşünün. Bugüne kadar yukarıda tarif ettiğimiz çerçevede bir yaşantınız olmuş olabilir. Siz de hayatınızın gerçek amacı üzerinde düşünmemiş, sizi yaratmış olan Allah’a karşı sorumluluklarınızı bir kenara bırakmış, kendinizi aldatarak bir yaşam sürdürmüş olabilirsiniz. Eğer bu durumdayken bir anda ölümle ve ardından da ebedi pişmanlıkla karşılaşmak istemiyorsanız, bu kitapta anlatılan gerçekleri ciddi bir şekilde düşünerek okumalısınız. Çünkü bu kitapta, insanların hayatları boyunca kendilerini kandırdıkları konular açıklanmakta ve anlamazlıktan geldikleri gerçekler hatırlatılmaktadır.
Unutmayın, ölüm anında uyanmak ve gerçekleri görmek insana fayda sağlamayacaktır. Allah bu konuda insanları kesin bir şekilde uyarmaktadır:
Sizden birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam” demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Münafikun Suresi, 10-11)