Bazı insanlar, içinde yaşadıkları topluma, diğer insanlarla olan ilişkilerine, hatta kendilerine çok yakın olan, her fırsatta kendilerini çok sevdiklerini söyledikleri arkadaşlarına, kardeşlerine ve akrabalarına dahi menfaat gözüyle bakmaktan hiç çekinmemektedirler. Küçük ya da büyük herhangi bir çıkar çatışması söz konusu olduğunda, aralarındaki güzel olan herşeyi bir anda unutarak, değer verdikleri, sevdikleri insanları bir anda gözden çıkarabilmektedirler. Bu insanların, mutlu olabilmeleri, huzurlu ve rahat bir hayat yaşayabilmeleri kendilerince elde edecekleri menfaatlere bağlıdır. Yaptıkları en ufak bir iyilik ve yardım için bile mutlaka bir karşılık beklerler. Herhangi bir karşılık beklemeden, bir şey yapmayı ise, kaybı olarak değerlendirirler. Bu şekilde davranan iyi niyetli insanları ise her fırsatta kötüleyip, alay ederek kendilerinin sözde çok daha akıllı ve daha üstün olduklarını göstermeye çalışırlar. Menfaatleri söz konusu olmadıkça fedakarlık yapmayı düşünmez, çıkarlarından asla taviz vermezler. Tek amaçları, bu hayattan olabilecek en iyi şekilde istifade edebilmek ve buna bağlı olarak da rahat ve mutlu bir hayat sürebilmektir. Bu yüzden bu insanlar için, kendi menfaatlerinden daha önemli bir konu yoktur. Her zaman, her yerde, her şartta yalnız kendilerini düşünür ve daima kendi çıkarlarını korumaya çalışırlar. Burada yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta vardır; her insan elbette rahat ve mutlu bir hayat sürmek ister, ancak burada yanlış olan, bu kimselerin bu isteklerini gerçekleştirmek için izledikleri yoldur.
Bu kimselerin menfaatlerine böylesine bağlı olmalarının nedeni ise, Allah’ın insanlar için bir ‘hidayet ve bir öğüt’ olarak indirdiği Kuran ahlakını yaşamamaları ve Kuran’ın kendilerine yüklediği sorumlulukları göz ardı etmeleridir. Hayatları boyunca, Allah’ın “Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler, ahiretten ise gafil olanlardır” (Rum Suresi, 7) ayetiyle bildirdiği gibi, ahiretten habersiz bir yaşam sürerler. Ölümü, ölüm sonrasında nelerle karşılaşacaklarını, hayatları boyunca tüm yaptıkları için Allah’a hesap vereceklerini, bunun sonucunda da cennet ya da cehennemde -Allah’ın dilemesi dışında- sonsuza dek kalacaklarını akıllarına getirmez ya da getirmek istemezler. Bu insanları bu şekilde umursamaz ve akılsızca davranmaya iten en önemli etken ise, ahireti kendilerinden uzak görmeleridir. Kendilerince daha yaşayacak vakitleri vardır, bu yüzden hiç düşünmedikleri ya da düşünseler bile gerçekleşeceğine pek ihtimal vermedikleri bir şey için tüm hayatlarını, çıkarlarını ve kurdukları planlarını feda etmek istemezler. Bunu kendilerince çok büyük bir kayıp olarak nitelendirirler. Dünya hayatını ve dünya menfaatlerini, ahirette kazanacaklarına oranla çok daha yakın ve kolay görürler. Bu yüzden, dünyaya sımsıkı bağlanıp ahireti göz ardı ederler. Tüm isteklerini bu kısa dünya hayatına sığdırmaya çalışırlar. Tüm hayatlarını Allah’ın rızasından uzak, Allah’ı razı edecek davranışlardan, güzel ahlak göstermekten kaçınarak geçirir, kendi dünyevi tutku ve hırslarıyla tüm vakitlerini tüketirler.
Önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi, dünya hayatına duyulan hırs, insanları mutsuzlaştırmaktadır. Allah, her fırsatta Allah’ın zikrinden yüz çeviren bu insanların, dünya hayatlarında da mutlu olamayacaklarını, sürekli sıkıntı içerisinde yaşayacaklarını Kuran’da şöyle bildirmektedir:
Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. (Taha Suresi, 124)
Bu kimselerin yanında Allah’ı anmak, onlara Kuran’dan sorumlu tutulacaklarını, ahiret günü, dünya hayatında tüm yaptıklarından Allah’a hesap vereceklerini hatırlatmak bu kimselere büyük bir rahatsızlık vermekte, hatta öfkelenmelerine neden olmaktadır. Allah inkar edenlerin bu özelliğini şu sözlerle bildirmektedir:
Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar. (Zümer Suresi, 45)
Allah’ın salih kulları olan müminler için ise, ‘Allah’ın rızası’ hayatlarının asıl amacıdır. Müminler, kendilerini yoktan var edip, istedikleri herşeyi kendilerine verenin, herşeyin gerçek sahibinin ve tek hakiminin Allah olduğunu, tüm olayların O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini, O’nun hem rahmet hem de azap sahibi olduğunu çok iyi bilen insanlardır. Bu yüzden müminlerin Allah’a olan bağlılıkları, tevekkülleri ve sevgileri çok güçlüdür.
Müminler hayatları boyunca yalnızca Allah’a ibadet eder, yalnızca O’ndan yardım dilerler (Fatiha Suresi, 4) ve O’ndan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah’a karşı duydukları bu güçlü sevgi ve bağlılıklarından dolayı Allah’a karşı daima şükredici bir tavır içerisinde olur ve O’na kullukta asla gevşeklik göstermezler. Allah’ın rızasını kazanmak için çok şevkli ve titiz davranırlar. Cahiliye insanlarının uğruna hayatlarını adadıkları tüm dünya menfaatlerinden ve değerlerinden, Allah’ın rızasına ve cennetine kavuşmak için vazgeçebilirler. Bundan dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı ve huzursuzluk hissetmezler. Çünkü onlar ‘Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefislerini satın alanlar’ (Bakara Suresi, 207) ve ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (Enam Suresi, 162) diyerek Allah yolunda ‘dosdoğru’ bir istikamet tutturanlardır. Örneğin cahiliye insanlarının hayatında mal kavramı oldukça önemli bir yer tutar. Bu kimselerin tüm çabaları malca çoğalmak ve insanlar arasında itibar ve saygı görecek bir makam elde etmek içindir. Allah Kuran’da bu insanlar için daha birçok konunun tutku haline geldiğini şöyle haber vermektedir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Cahiliye toplumu için amaç haline gelmiş olan mal kavramı, müminler için sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanılacak bir araçtır. Bu nedenle müminler bunların hiçbirini tutku haline getirmez ve bunlara hırsla bağlanmazlar. Müminler için malca çoğalıp, zenginleşmek ya da makamca ilerlemek hiçbir zaman için bir amaç değildir. Onlar Allah’ın kendilerine verdiği herşeyin bir nimet olduğunu ve O’na şükretmeleri gerektiğini bilirler. Hiçbir zaman küçük ve geçici dünyevi menfaatler için Allah’ın rızasını göz ardı etmezler. İnsan eğer elindeki tüm imkanları ve olanakları Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacak olursa, Allah’ın “… Kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl Suresi, 97) ayetiyle bildirdiği gibi, dünyada da ahirette de güzel bir karşılık bulacaktır.
Cahiliye insanlarını mutsuzlaştıran, onlara huzursuzluk veren bir diğer konu ise, karşılaştıkları zorluk ve sıkıntı anlarıdır. Bu insanların mutluluğu tamamen dünyevi çıkar ve kazançlara bağlı olduğundan, zorluk anlarında bu menfaatlerini de kaybetme durumuyla karşı karşıya kalırlar. Herşeyleri buna bağlı olduğundan hiçbir anlam veremedikleri bir olayla bunları kaybedecek olmaları, onları büyük bir mutsuzluğa sürükler. Elde edebildikleri bir parça neşe ve sevinci de bu yolla tamamen kaybederler. İçinden çıkamayacakları bir karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılırlar.
Müminlerin mutluluğu ise, zorluk ve sıkıntı anlarında göstermiş oldukları Kuran ahlakı ile daha da kalıcı bir hale gelir. Müminler, hep Allah’ın rızasını düşündükleri, akıllarını ve vicdanlarını hep bu yönde kullandıkları için, olumsuz durumlardan asla inkar edenler gibi negatif yönde etkilenmezler. Aksine zorluk ve sıkıntı anlarında gösterecekleri güzel ve teslimiyetli tavırlarla Allah’ın rızasını kazanabileceklerini umdukları için, böyle bir anda bile mutluluklarından hiçbir şey eksilmez.
Müminler Allah’ın beğenmeyeceği bir tavır göstermektense, Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için, gerektiğinde bile bile zorluk içerisine girmekten de çekinmezler. Bu üstün ahlakın en güzel örneklerinden birini Hz. Yusuf’un tavrında görürüz. Kardeşleri Hz. Yusuf’a bir tuzak kurmuş ve onu bir kuyuya bırakmışlardır. Daha sonra burada onu bulan bir yolcu kafilesi onu Mısırlı bir azize satmıştır. Allah, Hz. Yusuf’u Mısır’da yerleşik kılmış, ona sözlerin yorumundan bir bilgiyi öğretmiş ve ona hüküm ve hikmet vermiştir.
Allah burada Hz. Yusuf’u önemli bir denemeden geçirmiştir. Hz. Yusuf’un yanında kaldığı vezirin karısı ondan murat almak istemiş, Hz.Yusuf ise onun bu tavrından Allah’a sığınmıştır. Kadının kendisine kurduğu hileli düzenden kaçınmak ve Allah’ın rızasına uygun bir tavır gösterebilmek için zindan gibi bir yere girmeyi, daha ‘sevimli’ bulmuştur. Allah, Hz. Yusuf’un kendisini kurulan bu tuzaktan kurtarması için Allah’a ettiği duayı, Kuran’ın Yusuf Suresi’nde şöyle bildirmektedir:
(Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.” Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir. Sonra onlarda (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı. (Yusuf Suresi, 33-35)
Hz. Yusuf üstün bir ahlak örneği göstermiş ve Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için zindana girmeyi tercih etmiştir. Hz. Yusuf’un zindan gibi bir yeri ‘sevimli’ bulması, Allah’ın rızasına uygun bir tavır göstermiş olmasının verdiği mutluluğun ve rahatlığın bir ifadesidir. Hz. Yusuf’un, Allah’ın rızasını kazanmadaki bu kararlılığı ve şevki tüm müminler için önemli bir örnektir. Her samimi mümin, tıpkı Hz. Yusuf’un yaptığı gibi, eğer Allah’ın rızasını ve sevgisini kazandıracaksa zorluğu ve sıkıntıyı seve seve tercih eder. İşte iman etmeyenlerin hiçbir zaman anlayamadıkları bu üstün ahlaki tavır, onların hayatları boyunca bir türlü ulaşamadıkları mutluluğun da sırrıdır.
Müminlerin kalbinde, Allah’ın rızasını kazanma umudunun, bu yolda elinden gelen tüm çabayı harcamanın verdiği bir sevinç ve huzur vardır. Yaşadıkları bu neşe ve sevinç onları hem dünya hayatında mutlu ve huzurlu kılar, hem de Allah’ın rızasını daha fazla kazanmalarını sağlayacak olan şevklerinin en önemli kaynağını oluşturur. Bu sevinç ve mutluluk, cahiliye insanlarının -iman etmedikleri takdirde- asla ulaşamayacakları ve taklit edemeyecekleri bir sevinçtir. Çünkü bu Allah’ın yalnızca müminlere hissettirdiği ve Allah’ın rızasını, rahmetini ve sonsuz cennetini ummanın verdiği mutluluk ve huzurdur. Allah Kuran’da sadece müminlere ait olan bu nimeti şöyle müjdelemektedir:
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
Cahiliye insanları ise Allah’ın rızasının, alınabilecek tüm karşılıklardan, elde edilebilecek tüm dünya menfaatlerinin en güzeli ve en değerlisi olduğunun bilincinde değildirler. Bu nedenle, hayatları boyunca Allah’ın rızasını kazanmanın kendilerine getireceği kalıcı mutluluk ve neşeden yoksun bir şekilde yaşarlar.