Bugün yüzümüzü ne yana çevirirsek çevirelim milyonlarca insanın hayatını kaybettiği, yaralandığı ve sakat kaldığı savaşlarla, soykırım ve katliamlarla, tüm dünyayı gerilime sürükleyen terör olaylarıyla, çağın gelişmişliğine rağmen hala açlık yüzünden meydana gelen ölümlerle, maneviyatın ve erdemli davranışların terk edildiği bir toplum düzeni ve ahlaki dejenerasyonun yol açtığı fitne ve kargaşalarla karşılaşıyor, diğer taraftan ise “tüketim kültürü” olarak adlandırılan ortak bir dünya kültürünün neredeyse hemen her toplumu etki altına alıp kuşattığına şahit oluyoruz.
Günümüzde marka ve ürünlerin iyice artmış olması ve bu ürünlerin küreselleşme ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla insanlara eskisinden çok daha hızlı ve kolay ulaşması dünya çapında muazzam bir tüketim kültürünün ortaya çıkmasına neden oluyor. Sosyal medya, yazılı ve görsel medya, televizyon programları, reklamlar, reklam panoları, alışveriş merkezleri ile dört bir koldan canlı tutulan ve kitleleri peşinden sürükleyen bu kültür bugün yalnızca gençleri değil her yaş grubundan insanı kendine çekmeyi başarıyor. İnsanlar tüketim kültürü tarafından kendilerine dayatılan ve tüm dünyaya eşzamanlı olarak sunulan ürünleri satın aldıklarında kendilerini dünyayla empati kurup bütünleşmiş sayıyorlar.
Ne var ki çoğu sosyolog ve kültür bilimci gerek medya ve internet yoluyla, gerekse birtakım özendirme politikalarıyla geliştirilen tüketim kültürünün ve meydana getirdiği yaşam modelinin pek çok açıdan sakıncalı olduğu görüşünde. Eleştirilere göre bugünün insanları yalnızca tüketim kültürünün sunduğu popüler ürünlere sahip olduklarında mutlu oluyorlar ve bu mutluluk çok kısa sürdüğü gibi, tüm dünyada görünüm ve davranış bakımından birbirlerine benzeyen insanlar ortaya çıkıyor; dahası insanlar zamanla bu kültüre bağımlı hale geliyor ve “onda var, bende neden yok?” mantığıyla gelişen psikolojik sorunlara kapılıyorlar. Cep telefonu, iPad gibi teknolojik ürünlerin reklamlarla özendirilmesi ve bu yolla satışların arttırılması da bu kültürü besleyen başlıca unsurlardan biri olarak kabul edilip eleştiriliyor.
Haklı eleştiriler arasında belli bir kültüre bağımlı olup o kültürün esiri haline gelmenin insanları manevi olarak gelişmekten alıkoyduğu, ruhlarını kalitesizleştirdiği ve akabinde geri kalmış birey ve toplumların ortaya çıktığı gerçeği var. Tüketim kültürünün ortaya çıkardığı ürünleri satın almak istemek, dünya çapında yaygınlaşan bir modayı takip etmek ve uygulamak son derece meşru dahi olsa, söz konusu ürünleri satın alamadığında kişilerin mutsuzluğa sürüklenmeleri ve psikolojik yönden çökmeleri şüphe yok ki ciddi kişilik bozukluklarının işaretleri. Dahası, yalnızca gelişmiş bir maneviyat ve temiz bir vicdanla oluşabilen gerçek mutluluğun maddiyatla oluşabileceğini varsaymak da oldukça yanlış ve yoz bir düşünce tarzının göstergesi.
Buraya kadar sayılan sebeplerle eleştirilere maruz kalan tüketim kültürünün yaşam standartlarını artıran ve insanlara daha rahat bir yaşam sunan teknolojik gelişmelere yol açtığı ve bu sayede tüm dünyada hızlı bir değişim ve ilerleyişin yaşandığı da bir gerçek. Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor ki dünya değişiyor, zihniyetler değişiyor. Günümüz insanları tüketim kültürün meydana getirdiği modern dünyayı, teknolojiyi, modayı, spor, sanat, film ya da eğlence dünyasını takip etmekten büyük haz duyuyor, engellerle karşılaşmadan dilediklerini yapmak, tercih ettikleri şekilde, baskıdan uzak, rahat ve özgür yaşamak istiyorlar. Katı disiplin istemiyorlar. Bugün dünyaya daha özgür, bireysel hak ve özgürlüklere eskiye oranla daha saygılı, daha duyarlı bir anlayış hakim. Üstelik internet, gazete, televizyon, radyo ve çeşitli kitle iletişim araçları vesilesiyle tüm mesafeler ortadan kalkıyor ve bilgi ve fikirler iletişim teknolojisi vasıtasıyla dakikalarla ifade edilecek bir zaman içerisinde geniş insan kitlelerine aktarılabiliyor; kolaylaşan ulaşım sayesinde dünyanın bir yerinden diğer bir yerine çok kısa sürede ulaşılabiliyor; gelişmiş iletişim araçları sayesinde onbinlerce kilometre uzaklıktaki kişi ve kuruluşlarla bağlantı kurmak kolaylaşıyor; insanlar aynı duyguları, aynı hobileri paylaşan diğer insanlarla biraraya gelebiliyor. Hiç kuşku yok bunlar günümüz ortak dünya kültürünün vesile olduğu olumlu gelişmeler.
Ancak tüm bunlar bir yana, tüketim kültürüyle birlikte gelişen asıl başka bir önemli risk var ki, o da savurganlık. Tüketim anlayışının tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yaygınlaştığı günümüzde küresel israf ve savurganlık da aynı oranda artmış durumda. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre dünyada tüketim için üretilen her 3 gıdadan biri yenmeden çöpe atılıyor. Dünya çapında israf edilen gıda oranı ise yılda 1.3 milyar ton. Oysa dünyada her yıl 18 milyon insan açlık ve beslenme yetersizliği nedeniyle yaşamını yitiriyor, yaklaşık bir milyar insan ise yetersiz besleniyor. Yılda yaklaşık 2 milyon çocuk açlık, yetersiz beslenme ve bunlara ilişkin nedenlerle yaşama veda ediyor. Gelişmiş ülkelerin çöpe attıkları yiyecekler dünyada açlıktan ölen insanların 15 katını besleyecek düzeyde. İyi bir planlama ile israf önlenebilecek ve dünya üzerindeki zenginlikler dengeli bir şekilde dağıtılarak açlık sorununun üstesinden gelinebilecek iken bugün açlık ‘dünyanın en büyük 10 sağlık riski’ listesinde hala birinci sırada.
Geçtiğimiz aylarda Fransa’nın gıda israfı ve açlıkla mücadelede tüm dünyaya örnek teşkil eden bir yasayı yürürlüğe sokması gündeme damga vuran son derece güzel bir gelişmeydi. Fransa Eski Gıda Bakanı Guillaime Garot’un verdiği teklifin meclisten geçmesiyle birlikte yürürlüğe giren yasaya göre ülkedeki tüm süpermarketler son kullanma tarihi geçmek üzere olan elde kalmış ürünleri bağışlamak zorundalar. 2025 yılına kadar ülkedeki gıda israfına tamamen çözüm sağlayacağı düşünülen yasaya göre fazla besinler yardım kuruluşlarına gönderilecek ya da hayvanlara verilecek.
Bu tür yaptırım ve denetim uygulamalarının dünya genelinde uygulanması durumunda israfı önleme noktasında büyük başarılar elde edileceği aşikar. Ancak israf ve savurganlığın yeryüzünden tam olarak silinmesinin bir yolu var ki, o da insanların dünyanın dört bir yanında yaşanan trajedilere daha duyarlı hale gelmeleri. Savaşların ortasında kalmış çocukların üzerlerinde yırtık kıyafetlerle, çıplak ayakla dolaşıp dilenmeleri ve çöplerden yiyecek toplayıp yemeleri, milyonlarca insanın açlık ve yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybetmesi, yine milyonlarca insanın bombaların altında yaşam mücadelesi vermesi olağan karşılanmamalı, hepimizin birinci dereceden sorunu olmalı. İşte o zaman her noktaya sevgi, barış ve güvenlik hakim olacak, dünya daha yaşanabilir hale gelecektir.
Adnan Oktar’ın MBC Times’da yayınlanan makalesi:
http://www.mbctimes.com/english/consumer-culture-waste-and-profligacy