Müminlerin tebliğ faaliyetleri sırasında karşılaştıkları en şiddetli tepkiler, Kuran’da belirtildiği gibi o kavmin “inkara sapmış önde gelenleri” tarafından verilmektedir. Halk üzerinde ekonomik ve siyasi bir baskı oluşturmuş, halkı çeşitli yönlerden kendilerine muhtaç duruma düşürmüş bu “önde gelenler” tebliğ edilen dinin kendi çıkarlarına aykırı olduğunun farkındadırlar. Böyle bir dinin insanlar arasında yayılması ve hakim olması, önde gelenlerin elde etmiş olduğu üstünlüğü bir anda yok edecektir.

Zuhruf Suresi 23. ayette de belirtildiği gibi, önde gelenlerin önemli bir özelliği “refah içinde şımarıp azmış” olmalarıdır. Bu insanlar, dünya hayatında sahip olabilecekleri mal ve servetin en fazlasına sahip olabilmek, bunları “yığıp biriktirmek” için hummalı bir faaliyet yürütürler. Çünkü Hümeze Suresi 3. ayette Allah’ın belirttiği gibi “mallarının kendilerini ebedi kılacağını sanmaktadırlar.” Bu telkini onlara veren ise hiç kuşkusuz “sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber veren” (Taha Suresi, 120) şeytandır. Şeytanın kontrolüne girmiş ve onun “fırkası” olmuş önde gelenlerin, müminlere en şiddetli düşmanlığı göstermesi de çok doğaldır.

Nitekim bir ülkede hileli düzenler kurarak müminleri tuzağa düşürmeye, onları doğru yoldan çevirmeye çalışanlar da Enam Suresi’nin 123. ayetinde bildirildiği şekilde “O ülkenin suçlu-günahkarları olan önde gelenlerdir.”

Şeytanın söz konusu “önde gelen” dostlarının peygamberlere karşı düzenledikleri tuzak ve saldırıları ise Kuran’ın pek çok yerinde Allah haber vermektedir. Örneğin Kasas Suresi’nin 20. ayetinde de Hz. Musa (as)’ı öldürmek amacıyla toplanıp aralarında görüşme yapanların, “şehrin önde gelenleri” olduğu söylenir. Nitekim Araf Suresi’nin 109. ayetinde Allah’ın haber verdiği gibi, önde gelenler, Hz. Musa (as)’a yönelik “bilgin bir büyücüdür” ifadesiyle halkın Musa Peygamber üzerindeki düşüncelerini provoke etmeye çalışmışlardır. Sonraki ayette ise, “sizi topraklarınızdan sürüp çıkarmak istiyor” ifadesiyle tebliğ faaliyetini büyük bir tehlike ve bir devlet meselesi haline getirerek halkın tepkisini sağlamayı hedeflemişlerdir. “Bu durumda ne buyuruyorsunuz?” diyerek de, zaten yönlendirilmiş olan halka fitnenin hükmü olan ölüm cezasını verdirtmek isterler.

Araf Suresi’nin 123. ayetinde Allah’ın haber verdiği üzere, Firavun, “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz öyle mi?” demektedir. Ayetin devamından anlaşıldığı üzere Firavun normal bir olayı “halkı sürüp çıkarmak”, “şehirde tuzak planlamak” gibi büyük bir fitne olayı haline getirerek ardından gelecek ölüm cezasını haklı göstermek istemektedir. Fikrine karşı gelen büyücüleri karşı saflarda görüp onlara da fitne cezasını tatbik etmeyi dener. Araf Suresi’nin127. ayetinde ise bu kez kavmin önde gelenlerinin, “Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır’da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?” diyerek Hz. Musa (as)’ı öldürmesi için Firavun’u tahrik etmeye çalıştıklarını Allah haber verir.

Şeytanı veli edinmiş, onun adımlarına uymuş olan önde gelenler, müminlerle mücadele etmeyi adeta bir görev sayarlar. Kuran’da “İblisin orduları” yada “şeytanın atlıları ve yayaları” olarak nitelendirilen şeytanın dostlarıyla ilgili bir ayet şöyledir:

… Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar… (Enam Suresi, 121)

Aslında müminlerin mücadelesi, inkar edenleri kontrolüne almış ve onları inananların üzerine saldırtmış olan şeytanladır. İnkarcılara olmadık vesveseler veren, müminlerin tebliğ faaliyetlerini engellemeye çalışan, Allah’ın dininin dünyada hakim olmasını istemeyen hep şeytandır. Bu amacına ulaşmak için de, kendisini veli edinmiş insanlardan oluşan bir “fırka” oluşturarak, bu fırkayı kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmektedir. Bu konuyla ilgili bir başka ayette, Allah konuya şöyle dikkat çeker:

Görmedin mi, Biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar. (Meryem Suresi, 83)

Böylece inkara sapmış olanlar şeytana ve kendi kavimlerinin önde gelenlerine tabi olarak müminlere karşı harekete geçerler.

İnsanın fıtratına göre takdir edilmiş olan din ahlakının geniş kitleleri etkilemesi ve kabul görmesi aslında doğal bir gelişimdir. Bu dinin tebliğ edilerek insanlara ulaştırılması yeterlidir. Ancak “inkara sapmış önde gelenler” din ahlakının yayılmasını istemedikleri için müminleri ve elçileri engellemeye çalışmakta, diğer taraftan da halkı çeşitli yollarla etkileyerek tebliğ faaliyetlerinin başarısızlığa uğramasına gayret etmektedirler. Önde gelenlerin halk üzerindeki faaliyetleri pek çok Kuran ayetinde açıklanmaktadır. Örneğin, kavminin önde gelenlerinden inkar edenler, Hz. Şuayb (as) hakkında halka ‘… Andolsun, Şuayb’a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz” (Araf Suresi, 90) tehdidini yapmışlardır. Önde gelenlerin bu propagandasını Allah başka bir ayette şöyle bildirir:

“Kendi kavminden, inkar edip ahirete kavuşmayı yalanlayan ve kendilerine, dünya hayatında refah verdiğimiz önde gelenler dedi ki: ‘Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir.'” (Müminun Suresi, 33)

Görüldüğü gibi önde gelenler, gerek halkı ‘kayba uğramakla’ tehdit ederek, gerekse elçilerin doğaüstü bir canlı değil, bir insan oluşunu ileri sürerek akıl karıştırmaya ve insanları etki altında bırakmaya çalışmaktadır. Önde gelenlerin bu faaliyetlerini Allah başka bir ayette de şöyle haber vermektedir:

“Bunun üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: ‘Bu sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.” (Müminun Suresi, 24)

Burada dikkat çekici nokta, önde gelenlerin peygamberleri çıkarcılıkla suçlamalarıdır. Bu değerli insanları para, mal-mülk, iktidar gibi dünya hayatının geçici metaı olan şeyleri elde etmeye ve böylece insanlara üstünlük sağlamaya çalışmakla itham etmektedirler. Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)’a da “… Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi geldiniz?…” (Yunus Suresi, 78)diyerek yine aynı suçlamayı yapmışlardır.

Oysa gerçekte bu tür bir çaba içinde olanlar, Resulü suçlayanların kendileridir. Buna karşın Resulün tebliğ karşılığında hiçbir çıkar beklemediği birçok ayette belirtilmiştir. (Yunus Suresi, 72, Şuara Suresi, 179-180, Enam Suresi, 90)

Önde gelenlerin tebliğe verdikleri karşılık, bu tür iftira ve suçlamaların yanında, tehdit ve şantajı da içerir. Örneğin Hz. Lut (as) ve yanındaki müminlere karşı, kafir kavmin cevabı, “… yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!” (Araf Suresi, 82) demekten başkası olmamıştır.

Benzer tehditler, Hz. Şuayb (as)’a da yapılmıştır:

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: ‘Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.’ (Araf Suresi, 88)

Hz. Şuayb (as)’a yapılan bir tehdidi de Allah başka bir ayette şöyle haber vermiştir:

“Ey Şuayb” dediler, “Senin söylediklerinin çoğunu biz ‘kavrayıp anlamıyoruz’. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.” (Hud Suresi, 91)

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, müminler tebliğ faaliyetlerini devam ettirebilmek için, öncelikle inkar edenlere karşı çok güçlü olmak durumundadırlar.

İnkarcılar Allah adını ya da O’nun dinini duyduklarında anlamsız öfke nöbetlerine tutulmaktadır. Nitekim Hz. İbrahim (as), babasına din ahlakını tebliğ ettiğinde aldığı cevap şöyle olmuştur:

“… İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.” (Meryem Suresi, 46)

Firavun da, Hz. Musa (as)’ı, kendi dışında başka ilah edinecek olursa mutlaka hapse atacağını (Şuara Suresi, 29) ve onu öldüreceğini (Mümin Suresi, 26) iddia etmiştir. Aynı Firavun, kendisi izin vermeden iman eden büyücülerini de, ellerini ve ayaklarını çapraz kesmekle ve hurma dallarında sallandırmakla tehdit eder. (Taha Suresi, 71) İnkar edenlerin bu vahşi öfkesi, sonunda, Hz. İbrahim (as)’ı ateşe atmaya kadar gitmiştir. (Ankebut Suresi, 24) Aynı şekilde, Hz. Nuh (as) da taşa tutulup kovulmakla tehdit edilmiştir. (Şuara Suresi, 116)

İnkarcıların taşıdıkları bu şiddetli öfke, Allah’ın dilemesiyle bir imtihan olarak Kuran’a, onun ayetlerine ve müminlere karşıdır. Bu konuyla ilgili başka iki ayet şöyledir:

Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkâr edenlerin yüzlerindeki ‘red ve inkarı’ tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanacaklar. De ki: “Size, bundan daha kötü olanını haber vereyim mi? Ateş… Allah, onu inkâr edenlere va’detmiş bulunmaktadır; ne kötü bir duraktır. (Hac Suresi, 72)

O inkar edenler, zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi. “O, gerçekten bir delidir” diyorlar. (Kalem Suresi, 51)

İnanmayanların tebliğe gösterdikleri başka bir tepki ise toplanıp birleşerek ortak bir hareket tarzı oluşturmaya çalışmaktır. Bunun sebebi büyük olasılıkla, müminlerle tek başlarına mücadele etmeye güç yetirememeleri ve buna cesaret de edememeleridir. Bu yüzden birleşerek birbirlerine cesaret vermeye, güçlerini arttırmaya çalışırlar. Bunun bir örneği, Musa Peygambere karşı güçlerini birleştiren büyücülerde görülür. Hz. Musa (as)’a karşı galip gelebilmek için büyücüler birbirlerine “… tuzaklarınızı biraraya getirin, sonra gruplar halinde gelin…” (Taha Suresi, 64) demektedirler. Bundan başka, kavmin önde gelenleri de toplanıp aralarında Musa’yı öldürmek için planlar yapmışlardır.