Kuran ahlakından uzak yaşayan topluluklarda, insanların çok önem verdikleri, hayatları boyunca elde etmek için büyük bir çaba gösterdikleri bazı toplumsal değerler ve ölçüler vardır. Bunlardan en önemlileri, kariyer sahibi olup toplumda saygın bir mevkiye ulaşmak, tüm insanların tanıdığı, peşinden koştuğu örnek bir kişi olmak ve zengin olup lüks bir hayat yaşayabilmektir. Bunlara sahip olan kişiler genellikle toplum tarafından takdir edildiği için, herkes bunlara sahip olmak ve insanlar arasında iyi bir yer edinmek amacındadır. Çünkü bu yanlış anlayışa göre, en makbul insan en zengin insandır, en akıllı insan kariyer yapmış insandır, en özenilecek insan herkes tarafından tanınan ve beğenilen insandır. Bu yanlış bakış açısının sonucunda da, birçok insan ilişkilerini, birbirlerine olan bakış açılarını, saygı ve bağlılık anlayışlarını, tamamen saydığımız bu ölçüler üzerine kurmuştur. Bundan dolayı, bir kimseyi değerlendirirken, genelde ilk bakılan şeyler, o kimsenin ne kadar parası ya da malı olduğu veya itibar sahibi bir kişi olup olmadığıdır. Bu nedenle, toplum içinde en çok kim bunlara sahip ise, en fazla saygı duyulan, takdir edilen, her konuda söz sahibi olan ve en çok korunup-kollanan da o kimse olmaktadır. Tüm bu saydıklarımıza sahip olan biri, diğer insanlar tarafından yakından takip edilir; gittiği her yerde saygı ve ilgi görür, sözleri ya da düşünceleri yanlış da olsa doğru kabul edilir. Dolayısıyla, bu insanlara karşı garip bir saygı, sevgi ve bağlılık hissi duyulur. Bu kişi bir fikir adamı ise, herkes onun eserlerini okur, söyledikleri ve yazdıkları araştırılmadan, sorgulanmadan hemen kabul edilir. Büyük bir saygı görür, güçlü bir bağlılıkla savunulur ve izlenir. Bu kişiye hiçbir bilgiye dayanmadan anlamsız bir bağlılık ve sadakat duyulur. Tanınmış ve şöhretli insanlar için de aynı şey geçerlidir. Büyük bir hayran kitlesine sahiptirler. Nereye giderlerse gitsinler, hiç yalnız bırakılmaz ve her zaman desteklenirler.

Tüm bu anlatılanları biraraya getirdiğimizde ise, karşımıza şöyle bir tablo çıkar; toplumda önde giden, insanların çok önem verdikleri, mal-mülk, şöhret ve mevki sahibi kişiler ve bunların arkasında da onları sürekli takip eden, destekleyip savunan ve hiçbir zaman yalnız bırakmayan birçok insan. Bunun sebebi ise, insanların sadakat duyup bağlanmaları için, karşılarındaki insanlarda mutlaka kendilerine göre bir üstünlük unsuru görmek istemeleridir. Çağlar boyunca insanların sahip oldukları bu yanlış düşünce yapısı hiç değişmeden kalmıştır. Sözde soylu olan ve maddi gücü sayesinde saygı duyulan insanlar, zorba ve zalim bir karaktere sahip olsalar dahi, toplumlarını yönetmeyi başarmışlardır. Sadakat ve bağlılık anlayışları geçici birkaç dünyevi değere göre şekillenmiş olan kimi insanlar için önemli olan doğruyu ve güzeli bulmak değil, sadece bu maddi değerleri elde edebilmektir. Dolayısıyla bu değerlere sahip olanlar herkes tarafından en bilgili, en akıllı, en yetenekli kısacası en ideal insanlar olarak kabul edilirler.

İşte Allah’ın insanlara bir yol gösterici ve rahmet olarak gönderdiği peygamberler de, yaşadıkları toplumları Allah’ın yoluna uymaya davet edip, onları Allah’a ve elçilerine sadakat göstermeye çağırdıklarında, inkar edenlerin çirkin ve isyankar tavırlarıyla karşılaşmışlardır. Bu durum, cahiliye bakış açısına sahip olan bu insanların, elçilerde, bu büyük görevin onlara verildiğine dair, zenginlik, mal, itibar ya da makam sahibi olmak gibi cahili anlamda delil olacak bir üstünlük unsuru aramış olmalarından kaynaklanmaktadır. Onların sözlerine inanmak ve kendilerini çağırdıkları hak dine uymak için, bir üstünlük unsuru olarak, onlardan mucizeler göstermelerini istemişlerdir. Allah inkar edenlerin bu beklentilerini Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Dediler ki: “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.” De ki: “Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?” (İsra Suresi, 90-93)

Allah, Peygamberimiz (sav)’in, iman etmemek için bahaneler arayan bu samimiyetsiz insanların kendilerinden istedikleri mucizeler karşısında şöyle cevap verdiğini bildirmektedir:

…”Size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam…” (Enam Suresi, 50)

Görüldüğü gibi bu insanlar, sözlerini doğrulamaları için, peygamberlerden bir insanın güç yetiremeyeceği mucizeleri beklemişlerdir. Kendi bozuk mantıklarına göre, bu kimselerin bir başkasına tabi olabilmeleri ve onun sözünü dinleyebilmeleri için, bu kişinin cahiliye ölçüleri açısından kendilerinden mutlaka daha üstün olması gerekmektedir. Bu nedenle, Allah’ın “Ve dediler ki: ‘Bu Kuran, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf Suresi, 31) ayetiyle belirttiği gibi, kendilerine gönderilen elçilere, böylesine büyük bir sorumluluk verilmesini ‘şaşkınlık’la karşılamışlardır. Sadece bu yüzden, Allah’ın peygamberlerini inkar etmişler ve onlara zorluk çıkararak, onların insanları doğru yola ulaştırmalarına engel olmaya çalışmışlardır. Allah Kuran’da insanların bu tavırlarıyla ilgili olarak şöyle bir örnek vermiştir:

Onlara peygamberleri dedi ki: “Allah size Talut’u (melik olarak) gönderdi.” Onlar: “Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?” dediler. O (şöyle) demişti: “Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedeni gücünü artırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 247)

Bu kimseler, kendilerini yönetip idare edecek peygamberlerde, cahiliye kıstaslarına göre bir ‘üstünlük’ unsuru görmek istemektedirler. Bu da onların, Allah’ın peygamberlere verdiği ‘bilgi ve beden üstünlüğünü’ görüp anlamalarına engel olmuştur. Kendilerine gönderilmiş olan peygamberlerin ne kadar değerli ve üstün insanlar olduklarını kavrayamadıkları için, onların çağrılarından hep yüz çevirmişlerdir. Allah aşağıdaki ayette bu kimselerin peygamberlere sadece bu sebeple inanmadıklarını şöyle haber vermektedir:

Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: “Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?” demelerinden başkası değildir. (İsra Suresi, 94)

Bu insanlar peygamberlere inanmayıp, onların yolundan gitmedikleri gibi, onları menfaat peşinde koşmakla da suçlamışlardır. Kendilerince hiçbir üstünlüğe sahip olmadığını düşündükleri bir kimsenin, kendisine sadık kalınmasını ve uyulmasını istemesini, kendi çarpık bakış açılarıyla, bu kişinin ancak bir üstünlük elde etme peşinde olmasından kaynaklanabileceğine yormuşlardır. Bu nedenle de, inkar eden kavmin zengin ve tanınmış olan ‘önde gelenleri’, peygamberleri üstünlük ve çıkar elde etmeye çalışmakla suçlamışlar ve her fırsatta onları haksız yere kötüleme yoluna gitmişlerdir. Firavunun, kendisini Allah’a kulluk etmeye davet eden Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’a verdiği tepki, bu çarpık bakış açısına sahip olan insanların tavrını ortaya koyan örneklerdendir. Allah, Firavunun Hz. Musa’ya yönelik bu yöndeki konuşmalarını Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Onlara Katımız’dan hak geldiği zaman, dediler ki: “Bu, kuşkusuz apaçık bir büyüdür.” Musa: “Size hak geldiğinde böyle mi söylersiniz? Bu bir büyü müdür? Oysa büyücüler, kurtuluşa ermezler dedi” dedi. Onlar: “Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz” dediler. (Yunus Suresi, 76-78)

İnkar edenlerin, kendilerini doğru ve güzel olana çağıran peygamberlere verdikleri tepki de Firavununkinden farklı değildir. Sadakat duymaları için mutlaka bir üstünlük görme arayışları, bu kimselerin akıllarını örterek, kendilerini dünyada ve ahirette kurtuluşa yöneltecek olan peygamberlerin çağrısını kavramalarını ve doğru yolu görmelerini engellemektedir.

Gerçek üstünlük ise, ancak Allah’a aittir. İnsanların çevrelerinde gördükleri herşeyin gerçek sahibi Allah’tır. Gerçek anlamda sadakat duyulacak ve içten bir sevgi ile bağlanılacak tek varlık Allah’tır. Allah dilediği zaman, dilediği şekilde, gönderdiği elçilerine Kendi fazlından ve rahmetinden bolca vermiş ve onları zengin ve varlıklı kılarak, onları insanların birçoğundan üstün kılmıştır. Allah, Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ı diğer insanlardan üstün kıldığını şöyle bildirmektedir:

Andolsun, Davud’a ve Süleyman’a bir ilim verdik: “Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamd olsun” dediler. (Neml Suresi, 15)

İnkar edenlerin bu çarpık düşünceleri, çağlar boyunca onları hep Allah’ın yolundan alıkoymuştur. Halbuki gerçek sadakat, yalnız Allah’a ve O’nun elçilerine karşı duyulacak olandır. Bu çarpık düşünceye sahip olan insanlar, bu anlayışı bir an evvel terk etmeli, Allah’ın gücünü ve yüceliğini takdir etmeye çabalamalı ve gerçek sadakatin ancak Allah’a duyulması gerektiğini kavramalıdırlar.