Dünya üzerindeki herşey bir ‘süstür’

Dünya üzerindeki herşeyin bir ‘süs’ niteliğinde olduğunu anlatmaya başlamadan önce, konunun daha iyi anlaşılması için bir karşılaştırma yapalım.

İki ev düşünün, bunlardan birisinin içinde hiç eşya olmasın, kapıları ve pencereleri takılmamış, duvarları boyanmamış, gerekli hiçbir bakım ve onarım yapılmamış olsun. Diğer evin içinde ise birbirinden estetik koltuklar, halılar, mobilyalar olsun. Duvarları en güzel renklerde boyanmış, tüm bakım ve onarımı eksiksiz yapılmış olsun, balkonundan çok güzel bir manzara görünsün, içinde her türlü konfor ve lüks bulunsun.

Bu iki ev hakkında daha detaylı bir bilgiye sahip olmayan insanlar, ilk bakışta ikinci evi daha cazip bulabilirler. İçindeki süsler, bir an için bu insanları yanıltabilir. Ama eğer bu süslerin insanların denenmeleri için özel olarak bu eve yerleştirildiğini ve gerçekte kendilerini bir şekilde zarara sürükleyeceğini bilecek olurlarsa elbette daha akılcı bir karar verecek ve tercihlerini bu daha cazip görünen evden yana kullanmayacaklardır. Aynı şekilde, bir parça emek verdikleri takdirde diğer evin kendileri için çok daha cazip ve aynı zamanda da kalıcı bir güzelliğe dönüşeceğini bilecek olurlarsa da, tercihlerini ilk evden yana kullanacaklardır.

İşte aynı bu ev örneğinde olduğu gibi Allah dünya hayatını da özel olarak insanların hoşuna gidecek süslerle birlikte yaratmıştır. Ama gerçekte bu Allah’ın bir denemesidir. Bu süsler insanı yanıltmamalıdır; hepsi geçici ve aldatıcıdır. Allah dünya hayatının insanlara çekici gelecek şekilde yaratılmasının bir hikmetini Kuran’da şu sözlerle açıklamaktadır:

Şüphesiz Biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)

Dünya üzerinde bulunan herşey, Allah’ın insanları denemek için yarattığı ve Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacak nimetlerdir. Her insan çevresinde gördüğü veya sahip olduğu tüm bu nimetlerin kendisine veriliş sebebinin, yalnızca Allah’ın bir denemesi olduğunu unutmamalıdır. Sahip olduğu veya olacağı herşeyle Allah’ın rızasını kazanacak güzel davranışlarda bulunması gerekir. İnsanın gerçek yaşamı ahiretteki hayatıdır ve asıl kalıcı olan Allah’ın salih kullarına orada vereceği nimetlerdir. Allah bir başka ayetinde dünya hayatına ait herşeyin birer ‘süs’ olduğunu ve insanların bu gerçeği anlayabilmeleri için akıllarını kullanmaları gerektiğini şu şekilde öğütlemiştir:

Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)

Vicdanlarını kullanmadıkları için gerçekleri görebilecek bir akıldan yoksun kalan insanlar, dünya üzerindeki bu metaların süsüne ve bunların çekiciliğine kapılırlar. Bu kimselerin çekiciliğine en çok aldandıkları konuların başında ise malları ve çocukları gelir. İstedikleri zenginliğe ulaştıklarında ya da sağlıklı ve güzel çocukları olduğunda büyük bir huzura ve sevince kavuşacaklarını sanırlar. Ancak bu amaçlarını gerçekleştirdiklerinde yaşadıkları şey yine mutsuzluk ve sıkıntı olur. Her gün aynı işlerle uğraşmaktan hayatları monoton bir hale gelir. İçine düştükleri bu kısır döngü onları hayatlarından bıktırır. İlk başta herşeyin çok güzel ve zevkli bir şekilde gelişeceğini sanırlar. Ancak kısa bir süre sonra bunların kendilerini ne kadar bunalttığının, tüm vakitlerini aldığının farkına varmaya başlarlar. Duydukları bıkkınlık, sıkıntı ve pişmanlık tüm konuşmalarına ve tavırlarına da yansır. Mutsuzlukları her hallerinden anlaşılır. Elde edilen zenginlikte de durum farksızdır. Kişi, sahip olduğu parasını ve malını kendisine zevk vereceğini sandığı faaliyetlerde kullanır. Tüm parasını bu amaç için akılsızca harcayıp israf eder. Tüm bunların kendisine huzur getirmesini beklerken sürekli olarak hüsrana uğrar, sıkıntısı ve azabı her defasında daha da artar. Söz konusu insanların bu duruma düşmelerinin nedeni ise dünya hayatının çekiciliğine kanmaları ve bu yüzden sadece bunları elde etmeye çalışmalarıdır. Tüm bu sıkıntıları, Allah’ın aşağıda yer alan ayeti ile bildirdiği gerçeği göz ardı ederek yaşamalarından kaynaklanmaktadır:

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici süsüdür; sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Bu insanlar Allah’ın insanlara vermiş olduğu nimetlerin sadece çekici yani aldatıcı tarafını görür ve buna aldanırlar. Bunun sonucunda da gerçeği görmeleri zorlaşır. Sonsuz ahiret hayatını düşünmedikleri için sadece ‘dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini ister’ler (Ahzab Suresi, 28). Gerçek amaçlarından habersiz bir şekilde yaşadıkları için ‘körlük içinde şaşkınca dolaşan’ insanlar haline gelirler. Allah onların bu durumunu Kuran’da şu şekilde bildirmektedir:

Ahirete inanmayanlara gelince; Biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar ‘körlük içinde şaşkınca dolaşırlar.’ (Neml Suresi, 4)

İnsanların hayatları boyunca sahip olmak istedikleri ve bu amaçla büyük bir gayret ve azimle çalıştıkları herşey aslında yaşadıkları bu hayatın süsleridir. Dünya üzerindeki herşey insana ilk bakışta çok çekici ve güzel görünebilir. Ve tüm bunlar insanlar için birer nimettir. Ancak unutulmamalıdır ki dünya hayatı insanlar için bir denemedir. İnsanın asıl amacı tüm bu güzellikleri bize veren Rabbimize kulluk etmek, O’na en güzel şekilde şükretmektir. Aksinde, insanın bu gerçeği unutarak bu süslerin peşinden gitmesi, bunları hayatının asıl amacı haline getirmesi, kişiyi dünyada ve ahirette büyük bir hüsrana sürükleyecektir.

Sahip oldukları herşey bir ‘övünme’ konusudur

Allah, dünya hayatını, kimlerin güzel ve iyi davranışlarda bulunacağını denemek için yaratmıştır. Buna bağlı olarak, Allah çeşitli hikmetlerle kullarından dilediğine rahmet etmekte, dilediğinden ise rahmetini çekip almaktadır. İnsanların bu gerçeğin şuurunda olmaları ve karşılaşabilecekleri her iki durumda da Allah’a olan bağlılıklarından ve teslimiyetlerinden hiçbir şey kaybetmemeleri gerekmektedir. Örneğin Allah kimi insanları zenginlikle denemektedir. Kimi zaman fakir bir kimse herhangi bir vesile ile büyük bir servete sahip olduğunda, bu o kişinin psikolojisini ve buna bağlı olarak da çevresindeki insanlara karşı olan tavırlarını ve düşüncelerini kökten değiştirebilmektedir. Bu insanlarda değişen ilk şey, her fırsatta kendilerini ön plana çıkararak, her yerde kendilerinden övgüyle bahsedilmesini sağlamaya çalışmak olur. Çünkü elde ettikleri zenginlik nedeniyle pek çok insanda olmayan bir özelliğe sahip olduklarını düşünürler. Allah’ın kendilerine nimet olarak verdiği şeyleri diğer insanlara karşı bir üstünlük ve farklılık konusu haline getirirler. Yaptıkları tüm bu anlamsız hareketlerin altında nefislerinin bencilce isteklerini gerçekleştirme güdüsü yatmaktadır. Sahip olduklarını Allah’ın rızasını kazanmak için kullanmayan bir kimse, bunları sadece kendi nefsini memnun etmek için kullanacaktır. Övülmekten hoşlanma ya da diğer insanlara karşı kendi kendini övme; işte bunlar nefsi memnun etmeye yönelik isteklerdir. Nefs her zaman beğenilmek ve övülmek ister. Allah’ın rızasını kazanma amacı olmayan kimseler, yalnızca diğer insanların rızasını arayacak, bundan dolayı da elde ettikleri ya da sahip oldukları herşeyle övünüp, gurur duyacaklardır. Ahireti hiç düşünmeyen bu insanlar için, ellerinde olanı dünya hayatında bundan daha iyi bir biçimde kullanmalarının başka bir yolu yoktur.

Övünmek, sadece insanın sahip olduğu parasal zenginlikten kaynaklanmaz. İnsan, güzelliğini, saçını, fiziğini, başarısını, kısacası çevresindeki insanlardan ne konuda farklı ve üstün ise bunu övünme konusu haline getirebilmektedir. Örneğin çocuğu kaliteli bir üniversitenin çok talep edilen bir bölümünü kazanmış bir anne için, bu durum önemli bir övünme konusudur. Yaptığı her sohbette bu konuyu dile getirerek, çocuğunun çektiği zorluklardan, kendisinin ona verdiği büyük destekten ‘övgüyle’ bahseder. Çocuğunun başarısını bahane ederek, bu başarıdan kendisine de bir pay çıkartmaya çalışır. Tabii ki çocuğunu desteklemiş ve ona her konuda yardım etmiş olabilir. Ancak bunu diğer insanlara anlatmasındaki temel neden genellikle kendisinden ‘övgüyle’ bahsedilmesini sağlamak ve takdir toplamaktır. Bunu yaptığında ise büyük bir zevk alır. Cahiliye toplumunda oldukça yaygın olan bu davranış çoğu zaman ‘gurur duymak’ adı altında da yapılmaktadır. İnsanlar gerçekte övünme amacıyla yaptıkları bu davranışın çirkinliğini bu şekilde örtmeye çalışırlar. ‘Gurur duyuyorum’ ya da ‘iftihar ediyorum’ gibi birtakım sözlerin arkasına sığınarak yanlış olan tavırlarını makul bir zemine oturtmaya çalışırlar. Oysa tüm bunlar insanlara gösteriş yapma amacı güden tavırlardır.

Cahiliye toplumunda yaygın olan bir diğer övünme konusu da ‘ev’lerdir. Yeni bir ev alan, bunu güzel bir biçimde döşeyen insanlar, hemen arkadaşlarını çağırırlar, çünkü evleri artık sergilenmeye layık bir hale gelmiştir. Evlerini başkalarına göstererek övülecekleri ve takdir toplayacakları bir ortam oluşturmuş olurlar.

Tüm bunlar insanın sahip olduklarını nasıl ve ne için kullanması gerektiğini gereği gibi düşünmemesinden kaynaklanan davranış bozukluklarıdır. Allah Kuran’da dünya hayatının süslerini kendileri için bir övünme konusu edinen insanların nasıl bir son ile karşılacaklarına dair Hz. Musa’nın kavminden olan Karun adlı bir kişiyi örnek vermiştir. Allah, Karun’a büyük bir ‘hazine verdiğini’ ancak bunun karşılığında Karun’un ‘şımararak sevince’ kapıldığını bildirmiştir:

Gerçek şu ki, Karun Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.” (Kasas Suresi, 76)

Karun kavminin kendisine verdiği öğüde aldırış etmeyerek, bu zenginliğin kendisine “sahip olduğu bir bilgi” (Kasas Suresi, 78) dolayısıyla verildiğini söylemiş ve sahip olduklarını kavmine karşı bir üstünlük ve övünme konusu haline getirmiştir. Karun’un kavmi bu zenginliğe özenerek şöyle demiştir:

Böylelikle kendi ihtişamlı süsü-içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. (Kasas Suresi, 79)

Karun’un başına gelen bu ibret verici son, Karun gibi düşünen ve bu tip insanlara özenen kimselerin, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük ederek övünmenin Allah Katındaki karşılığını görmeleri açısından oldukça önemlidir. Allah, Karun’un karşılaştığı sonu bir ayette şöyle bildirmiştir:

Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. (Kasas Suresi, 81)

Karun’un başına gelenleri gören halk ise, insana rızkı verenin ve alanın sadece Allah olduğunu, Allah’a karşı nankörce davranmanın nasıl bir sonuç doğurduğunu çok iyi anlamışlardır. Allah bu kimselerin Allah’tan başka bir güç olmadığını şöyle dile getirdiklerini bildirmiştir:

Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz” demeye başladılar. (Kasas Suresi, 82)

Karun kıssasından da anlaşılacağı gibi, insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu nimetleri, diğer insanların beğenisini kazanmak için bir ‘övünme’ konusu haline getirdikleri takdirde, karşılaşacakları son Karun’unkinden farklı olmayacaktır. Allah nankörce bir tutum içerisine giren insanlara verdiği nimetleri her an geri alabilir. Örneğin bir insanın, başarısıyla övündüğü çocuğu aniden kötü sonuçlar almaya başlayabilir ya da sahip olduğu güzel eviyle övünen birisi ani bir depremle evini kaybedebilir veya bir haciz sonucu tüm değerli eşyalarını yitirebilir. Ancak bu noktada da bazı insanlar bu yaşadıklarını bir başka yanlış bakış açısıyla değerlendirirler. Başlarına gelen tüm bu olayları kendi uydurdukları batıl bir kavram olan ‘nazar’a bağlarlar. Öne sürdükleri bu çarpık mantığa göre, kendilerine insanların nazarı değmiştir ve herşeylerini bu yüzden kaybetmişlerdir. Bu batıl inançları çektikleri azabın ve duydukları rahatsızlığın şiddetini daha da artırır. Oysaki gerçekte nazar diye bir şey yoktur. Başlarına gelen bu kayıp, Allah’ın onlara yaptıkları yanlışı görmeleri için yarattığı bir uyarı olabilir. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:

Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar. (Tevbe Suresi, 126)

Ancak bu gerçeğin farkına varamadıkları için yaşadıkları bu sıkıntılar sürekli olarak tekrarlanır. Bu da onların mutsuz bir dünyada yaşamalarına neden olur. Zararını gördükleri halde, bu davranışlarına ısrarla devam etmeleri, bu insanların içlerindeki ‘takdir edilme’ ve ‘beğenilme’ isteklerinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Allah Kuran’da bu kimselerin sahip olduklarıyla övünme isteklerinin onları ‘kendilerinden geçirecek’ kadar güçlü olduğunu bildirmiştir:

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. “Öyle ki (bu) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekasür Suresi, 1-2)

İnsanlardaki bu övünme psikolojisi o kadar güçlüdür ki, sadece takdir görmek ve övülmek amacıyla, hiç yapmadıkları bir şeyi yaptıklarına dair yalan söyleyebilmektedirler. Allah böyle bir tavrın karşılığının azap olacağını bildirerek bu insanları uyarmaktadır:

Getirdikleriyle sevinen ve yapmadıkları şeyler nedeniyle övülmekten hoşlananları (kazançlı) sayma; onları azaptan kurtulmuş olarak sayma; onlar için acı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 188)

İnsanların sergiledikleri bu kötü davranış, kendilerini olduğu kadar, bu kimselerin çevrelerindeki insanlarla olan ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Genellikle insanlar sürekli kendini övmeye ve ispat etmeye çalışan kimselerle birlikte olmaktan sıkıntı duyarlar. Bu durum zamanla kişinin çevresiyle olan ilişkilerinin soğumasına hatta yalnız kalmasına neden olabilir. Bu nedenle her insan bu tavır üzerinde düşünmeli ve kendi övündüğü özellikler de dahil olmak üzere herşeyin Allah’a ait olduğu bir dünyada yaşadığını hiç aklından çıkarmamalıdır. Övünmenin, gerek kendisine gerekse de çevresindekilere olan olumsuz etkilerini görmeye çalışmalı ve Allah’a verdiği nimetler için sürekli şükrederek bu Kuran dışı tavırdan kendini arındırmalıdır.

Herşeye bir ‘çoğalma’ tutkusuyla bağlanırlar

Cahiliye insanlarının inançlarına göre, mutlu bir yaşam sürmek, bu hayattan en iyi şekilde istifade edip olabilecek en fazla menfaati elde edebilmekle mümkündür. Allah Kuran ayetlerinde bize cahiliye insanlarının “mallarda ve çocuklarda bir çoğalma tutkusu” (Hadid Suresi, 20) içerisinde yaşadıklarını bildirmektedir. Bu ‘çoğalma’ isteği, insanların sürekli olarak nimetlerin daha iyisine, daha güzeline ve daha kalitelisine sahip olma hırslarından kaynaklanmaktadır. Bir önceye göre ne kadar fazlasını ve güzelini elde ederlerse o derece mutlu olabileceklerini umarlar. Örneğin, güzel bir araba alan biri ilk zamanlar bunu büyük bir zevk ve heyecanla kullanmaya başlar. İstediği arabaya kavuşmanın neşesini ve sevincini yaşar. Fakat kısa bir süre sonra bu neşesi ve sevinci yerini sıkıntıya bırakır, çünkü daha gösterişli ve daha lüks bir araba görür ve bu yüzden elindekini beğenmez hale gelir. Zamanla tek amacı bu yeni arabayı alabilmek olacaktır. Bu yalnızca araba değil, insanın hoşuna giden herşey için geçerli olabilir. Cahiliye toplumunda insanlar sevdikleri, hoşlandıkları herşeye, en fazlasıyla sahip olma arzusu duyarlar. Hiçbir zaman için azıyla yetinemezler, mutlu olabilmelerinin ancak herşeyin ‘en fazlasına sahip olmalarıyla’ mümkün olabileceğini sanırlar.

Oysa dünyadaki herşey, önceki bölümde de anlatıldığı gibi, sadece birer süstür. Ancak eğer insan bu süslerin gerçek olduğunu sanır ve tüm bunları elde etme yarışına girecek olursa, asıl yaratılış amacından iyice uzaklaşacaktır. Bu noktada artık asıl amacı sadece nefsinin isteklerini gerçekleştirmek olacaktır. Oysa dünyadaki herşey kusurlu ve eksiktir ve insanın her zaman için herşeyin daha iyisi, daha güzeli ve daha kalitelisi ile karşılaşma imkanı vardır. Bu nedenle nefsin istekleri hiçbir zaman için son bulmayacak, insan da hiçbir zaman için elindekilerle mutlu olamayacaktır. Dolayısıyla bu şekilde hareket etmeleri onları mutluluk yerine daha da büyük bir mutsuzluğa sürükleyecektir.

Cahiliye insanlarının bu mutsuz halleri, onların Allah’a şükretmelerini de engeller. Çünkü bu hırs ve tutkuları yüzünden Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nankörce bir tavır içerisine girerler. Onlar için tüm bu nimetlerin kendilerine ne amaçla ve kim tarafından verildiği hiç önemli değildir, zaten bunu hiç düşünmezler de. Önemli olan, sevdikleri, beğendikleri herşeye en kısa zamanda sahip olmaları ve bunların sayısını sürekli olarak artırabilmeleridir. Bu insanların durumu, hiç dolmayan, altı delik bir su kovasına benzetilebilir. Sürekli su konulduğu halde, dolan su alttaki delikten hemen gidecektir. Delik kapatılmadığı takdirde kovanın dolması imkansızdır. İnsan elindekilere şükretmesini, bunlarla mutlu olmasını bilmediği sürece kendisine daha ne kadar çok nimet verilirse verilsin, ruhunda hiçbir değişiklik olmayacaktır. Herşeyin en fazlasına da sahip olsa, yine daha fazlasına tamah ettiği için elindeki güzelliklerin farkına varamayacak, bunların zevkini tadamayacaktır. Allah bu kimselerin durumunu Kuran’da şu şekilde dikkat bildirir:

Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal’ (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra daha da artırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). (Müddessir Suresi, 11-15)

Allah’ın bir başka ayette “Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız onu sayıp bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir pek nankördür.” (İbrahim Suresi, 34) sözleriyle bildirdiği gibi, Allah insana her istediği şeyi vermiştir. Ancak insanlardaki nankörlük duygusu Allah’a gereği gibi şükretmelerini engellemektedir. Allah Kuran’da ancak şükreden kullarına nimetini artıracağını bildirmiş, nankörlük edenleri ise azabıyla uyarmıştır:

Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7)

İnsanların birçoğunun dünya nimetlerine karşı olan bu hırsları, hem kendilerine hem içinde yaşadıkları topluma büyük zarar vermektedir. Sürekli olarak herşeyin yenisi ve iyisi arzulandığından, insanların bu istekleri gerçekleşmediğinde duyacakları sıkıntı ve huzursuzluk da çok olur. Bu kimseler, dünya hırsları nedeniyle, Allah’ın ayette bildirdiği gibi, “Malı bir yığma tutkusu ve hırsıyla severler.” (Fecr Suresi, 20) Bu şiddetli bağlılıklarından dolayı kendilerinden maddi bir yardım istendiğinde veya sahip oldukları mallarını paylaşmaları gerektiğinde, Allah’ın “Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır.” (Adiyat Suresi, 8) ayetinde bildirdiği gibi, oldukça bencil ve katı bir tutum sergilerler. Çoğu zaman göstermelik olarak yalnızca az bir şey verip geri kalanını yine sımsıkı bir şekilde ellerinde tutarlar. Buna bağlı olarak toplumda zengin olan daha da zenginleşirken, fakir olan daha da fakirleşir. Bu da toplumsal huzurun ve adaletin sağlanmasında büyük bir engel oluşturur.

İnsanlardaki bu malca çoğalma tutkusu, Allah’ın Kuran’ın birçok ayetinde yanlışlığını bildirdiği bir tavır bozukluğu olan ‘cimriliğe’ yol açmaktadır. Bu ahlakı yaşayan insanlar asıl olarak kendi mallarının çoğalmasını amaç edindikleri için cimriliği kendilerine prensip edinmişlerdir. Bu çirkin ve bencil davranışlarına rağmen, tüm biriktirdiklerini de kendileri için bir ‘hayır’ zannederler. Biriktirip saklamak bu insanlar için bir tutku halini almıştır. Oysa Allah dünya hayatında bazı insanları bir imtihan olarak malca zengin kılmaktadır. Dolayısıyla kazandıklarını hayır için kullanmayanlar, bunun bir kazanç olduğunu sanmakla büyük bir yanılgıya düşmektedirler, çünkü bunlar ahiret günü onlara ateş olarak geri dönecektir. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle bildirmektedir:

Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu onlar için şerdir; kıyamet günü cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran Suresi, 180)

Bu kimselerin bir özelliği de, Allah’ın “Onlar cimrilikte bulunurlar insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler…” (Nisa Suresi, 37) ayetiyle bildirdiği gibi, diğer insanları da bu çirkin tavrı uygulamaya teşvik etmeleridir. Bunun yanında, kimse kendilerinden bir şey istemesin diye sahip olduklarını da çevrelerindeki insanlardan gizlerler. Asıl istedikleri, elde ettiklerini hep artırmak ve biriktirmek olduğundan, bunları başkaları için kullanmak istemezler.

İnsanların dünya hayatının gerçek mahiyetini anlamamaları, onları çarpık ve bozuk davranışlar göstermeye ve sürekli çıkarcı düşünmeye sevk etmektedir. Bu yanlış mantıkla hareket ettikleri takdirde karlı ve kazançlı çıkacaklarına kendilerini inandırmışlardır. Ama sıkıntı ve huzursuzluktan başka bir şey kazanmazlar. Buna rağmen bu davranışlarına büyük bir istek ve hırsla devam ederler. Dünya hayatına aldandıkları için, hayatları boyunca yaptıklarıyla mutlu ve huzurlu olmayı beklerler. Ama elde ettikleri mutsuzluk ve sıkıntılı bir hayattan başka bir şey olmaz. Allah yaşadıkları bu hayatın gerçek yüzünü görüp anlayabilmeleri için, insanların dünya hayatında kazandıklarını yağan bir ‘yağmurun’ etkisine benzetmiş ve insanları şu şekilde uyarmıştır:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusudur’. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Allah’tan başka ilahlar edinmişlerdir

İnsanların mutsuz olmalarının en önemli nedenlerinden biri de Allah’a şirk koşmaları, Allah’tan başka ilahlar edinmeleridir. Bir kısım insanlar Allah’a şirk koşmanın Kuran’daki karşılığının tam olarak şuurunda değillerdir. Şirk koşmak, Allah’ın Zatına ait olan sıfatları başka nesne ve varlıklar üzerinde varmış gibi görmek ve bu nedenle yalnız Allah’a karşı hissedilmesi ve gösterilmesi gereken saygıyı, tavır ve hareketleri bu nesne ve varlıklara göstermektir. Şirk, Allah’ın Zatına karşı yapılan büyük bir ‘iftira’ ve ‘nankörlük’ tür. Allah’a karşı yapılan bu büyük ‘iftira’ ve ‘nankörlüğün’ karşılıksız kalacağını düşünmek büyük bir aldanış olur. Allah’a şirk koşmak bir insanın yapabileceği en büyük gaflet ve hatadır. Allah Kuran’da, Kendisine şirk koşulmasını “büyük bir zulüm” olarak tarif eder ve asla bağışlamayacağını buyurur. Bu yüzden şirk çok dikkat edilmesi ve şiddetle kaçınılması gereken bir davranıştır:

Hiç şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim   Allah’a şirk koşarsa, elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisa Suresi, 116)

Allah’ın şirk koşan insanlara dünya hayatında verdiği karşılıklardan biri de mutsuzluktur. Peki şirk insanı nasıl mutsuzlaştırır, ya da insan yalnız Allah’a karşı hissetmesi gereken duygu ve düşüncelerini başka varlıklara yöneltirse ne olur?

Cevap açıktır. Böyle bir durumda insanın hayatında binlerce sahte ilah oluşur. Örneğin, insan korku hissini bir başka insana yönelttiğinde karşısındaki insana Allah’tan bağımsız bir güç ve irade vermiş olur. Bu durumda karşısındakinin kendisine bir kötülük ya da zarar verebileceğini sandığından, onun dediği herşeyi yapmaya, ona itaat etmeye hatta onun rızasını ve hoşnutluğunu kazanacak davranışlarda bulunmaya çabalayacaktır. Görüldüğü gibi bu duygunun Allah’ın Zatı yerine bir insana duyulması, insan üzerinde yaptırıcı etkiler meydana getirmektedir. Bu da kişinin kendisinden farksız olan bir başkasını Allah’a şirk koşmasına neden olmaktadır. Oysa korku duyulmaya, itaat edilmeye layık olan yalnızca Allah’tır. Rabbimiz bir ayetinde şu şekilde buyurmuştur:

Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. (Zümer Suresi, 36)

Dolayısıyla insan sadece Rabbimizin emir ve yasaklarına uymalı, O’nun rızasını ve sevgisini kazanmaya çalışmalıdır. Aksinde büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı yaşayacaktır. Allah korkusu, insanı Allah’a daha da yakınlaştıran, Allah sevgisiyle beraber gelişen, Allah’ın rızasını daha çok kazanma yönünde teşvik eden ‘yararlı’ bir korkudur. Şirk koşmanın getirdiği korku ise insanı sıkıp huzursuzlaştıran, şirk koşması sebebiyle kişiyi cehenneme sürükleyebilecek ‘zararlı’ bir korkudur. Allah, hakkında hiçbir delil indirmediği şeylere şirk koşan bu insanların kalplerine korku salacağını Kuran’da şöyle bildirmiştir:

Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zalimlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Al-i İmran Suresi, 151)

Cahiliye toplumlarında yanlış bir şekilde yönlendirilen bir diğer duygu da sevgidir. Sevgi Allah’ın insanların kalplerine vermiş olduğu çok güzel bir duygudur. Fakat bu güzel duygu doğru bir şekilde yönlendirilmediği takdirde, insanın kendisi için tam bir dert ve acı kaynağından başka bir şey olmayacaktır. Şöyle ki insanların menfaat hırsları tüm ahlaki değerlerin önüne geçtiğinden, sevgi hissi de bu insanlar için bir çıkar elde etme aracı haline dönüşmüştür. Karşılıksız bir şekilde sevemez hale gelirler. Böyle bir ortamda insanlar birbirlerini, o kişiden elde edebilecekleri çıkarlara göre severler. Ancak bundan dolayı da sürekli olarak zarara uğrarlar. Sevgi, bilinçsiz bir şekilde, yanlış yerlere ve yanlış kimselere gösterildiği sürece, insan hayal kırıklığına uğramaktan hiç kurtulamaz.

Sevgiye ve sevilmeye asıl layık olan ise sonsuz güç sahibi olan Allah’tır. İnsanı yoktan var eden, istediği herşeyi ona veren, onu yaratan, yediren, içiren, giydiren, koruyan ve ona çeşitli güzellikler veren Allah’tır. Makbul olan sevgi Allah’ı, ve O’nun tecellilerini yansıtan, O’nun gösterdiği yola uyan varlıkları sevmektir.

Fakat şirk koşan bir kimse için bu mümkün değildir. İçinde olduğu bilinçsizlik onun sevilmeye layık olmayan varlıklara körü körüne bir sevgi beslemesine neden olur. Allah inkarcıların bu durumunu Kuran’da şöyle bildirir:

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)

Şirk koşmanın bir başka türü ise, insanın en çok kendisini sevmesi, kendisinin en güçlü, en akıllı ve en güzel olduğuna inanmasıdır. Böyle bir insan kendi düşüncelerinin doğru olduğunu savunarak, bunların peşinden gider. Kısacası kendisini dev aynasında görür. Bu insanın ilahı ise kendisidir; kendi kendini ilah edinmiştir (Allah’ı tenzih ederiz). Allah bu insanların durumunu bir ayette şöyle haber verir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)

Şirk koşan kişi, insanları ve varlıkları ilah edindiğinden doğal olarak hayatını bunların isteklerine göre şekillendirecektir. Çünkü bu şekilde mutlu ve huzurlu olabileceğini sanmaktadır. Ayrıca bu sahte ilahların beğenisini, takdirini ve sevgisini kazanması da çok önemlidir. Mutluluğu bu sahte ilahların hoşnutluğuna bağlı olduğundan, her birisi için ayrı bir parçaya bölünür. Kendisine birden fazla sahte ilah edindiği için, her biri için ayrı bir kişilik geliştirir. Bu, insana dayanılmaz bir sıkıntı verdiği gibi, yapmak istemediği şeyleri de yapmak zorunda bırakır. Oysa sadece Allah’ı ilah edinen bir insan ise, yalnız O’nun sözüne uyacak, yalnız O’nun rızasını, sevgisini kazanmaya çalışacak, tüm gücünü ve aklını bunun için kullanacaktır. Bu iki insan tipi arasındaki farkı Allah Kuran’da çok hikmetli bir örnekle açıklamıştır:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)

Hani babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? (Meryem Suresi, 42)

Allah’ın ayette belirttiği gibi, şirk koşan insan hem kendisine sıkıntı veren bu psikoloji içinde yaşamak zorunda kalmakta, hem de yaptığı hiçbir şeyin tam karşılığını alamayarak, beklediği ilgi ve takdiri görememektedir. Bunun nedeni de insanların birbirlerine olan davranışlarında temel olarak kendi menfaatlerini ve çıkarlarını ön planda tutma istekleridir. Bir insanın yardım beklediği, her dediğini yaptığı, sevgisini, hoşnutluğunu kazanmaya çalıştığı kişiler, menfaatleri ve çıkarları gereği, istediği hiçbir şeyi ona vermemekte ya da verememektedirler. Hatta yeri geldiğinde ona düşman olup onun kötülüğünü isteyebilecek kadar değişebilmektedirler. Bu da insanın içinde bulunduğu huzursuzluğu ve sıkıntıyı daha da ağırlaştıran bir diğer etkendir. Şirk ve onun getireceği mutsuzluktan kurtulmanın yolu şirki derinlemesine düşünmek ve Allah’tan başka bir güç olmadığını görerek sadece O’nun rızasına yönelmektir.

İnsanın şirk koştuğu hiçbir şeyin aslında kendisine ait bir gücü, güzelliği, yeteneği ve aklı yoktur; tüm bunların tek sahibi Allah’tır. Bu yüzden insan sıkıntı içinde kalıp yardım istediği zaman, aslında ona yardım eden Allah’tır. “Düşünüyorum” dediği zaman düşündüğü şeyi ona ilham eden Allah’tır. Herhangi bir hareket yaptığı zaman aslında ona bu hareketi yaptıran Allah’tır. Yediği güzel bir yemeği, rızkı ve lezzeti yaratan Allah’tır. Yemeğin önüne gelmesini sağlayan, ona bir sofra hazırlatan yine Allah’tır. Hastalandığında onu hasta yapan gerçekte mikrop değil, Allah’tır. Ona şifa verip iyileştirecek olan da doktor değil, Allah’tır. Çakmakla bir kağıt yaktığı zaman, kağıdı yakan çakmaktaki ateş değil, Allah’tır. Güzel bir kıyafet giydiğinde ona bu güzelliği veren Allah’tır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta daha vardır. Elbette ki insan hastalandığında doktora gidecektir. Ancak kendisini iyileştirenin doktor olmadığını da çok iyi kavramalıdır. Ya da evinde yemek yapacak kişi insanın annesi olabilir. Ancak yemeği pişirten ve kendisine yediren sebepleri yaratan Allah’tır. Olaylar arasında bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Ancak Allah sonucu ve sonuca vesile olan sebepleri de teker teker yaratmaktadır. İnsanın bu önemli gerçeği çok iyi düşünmesi ve kavraması gerekmektedir. Hiç kimsenin Allah’tan bağımsız olarak herhangi bir şeyi yapacak gücü, yeteneği ve aklı yoktur. Herşeyin sahibi Allah olduğu için, herşeyi yapan ve yaptıran da yalnız Allah’tır. Allah, insanın sözde ilah edindiği varlıkların gerçekte hiçbir güçlerinin olmadığını pek çok ayetiyle bizlere bildirmektedir:

Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar. Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeye. Onları hidayete çağırsanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları) birdir. (Araf Suresi, 191-193)

Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın.” (Araf Suresi, 194-195)

Allah bir başka ayetinde bu insanların ahiret gününde bu gerçeği kendi ağızlarıyla itiraf ettiklerini şöyle bildirmektedir:

Sonra onlara denilecek: “Sizin şirk koştuklarınız nerede?” Allah’ın dışında (taptıklarınız). Dediler ki: “Bizi bırakıp kayboldular. Hayır, biz önceleri (meğer) hiçbir şeye tapar değilmişiz.” İşte Allah, kafirleri böyle şaşırtıp-saptırır. (Mümin Suresi, 73-74)

Dolayısıyla insanın hiçbir gücü olmayan bu varlıklardan yardım istemesi, onların istekleri ve hoşnutluğu için çaba harcayıp, tüm yaşamını onlara göre ayarlaması, gerçekten de şirk koşan bir insanın ne kadar büyük bir gaflet ve aldanış içinde olduğunun en açık delilidir. Peki o zaman bu insanlar neye uymakta ve neye göre hareket etmektedirler? Bu sorunun cevabını Allah Kuran’da bize şöyle bildirmektedir:

Haberiniz olsun; Şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalansöylemektedirler’. (Yunus Suresi, 66)

Görüldüğü gibi bu insanlar gerçeğe değil, tamamen kendi zan ve tahminlerine uymakta ve bunlara göre hareket etmektedirler. Tüm bu sahte ilahlarını ortaya çıkaran kendi zan ve tahminleridir. Bu zan ve tahminleri haktan yana hiçbir yarar sağlamadığı gibi, onların kayıplarını daha artıracak ve Allah’ın‘Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki); “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” (Zümer Suresi, 65) ayetiyle bildirdiği gibi, yaptıkları herşey ve gösterdikleri tüm çaba boşa çıkacaktır. Peygamber Efendimiz (sav) de insanların Allah’tan başkalarından medet ummalarının kendilerine hiçbir yararı olmayacağını haber vermiştir:

“… Bir şey isteyince Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için biraraya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için biraraya gelseler, buna da muktedir olamazlar.” (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 16. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1992, s. 314) 

Ancak kimi insanlar şirk koşmanın ne kadar büyük bir tehlike ve aldanış olduğunun farkında değildirler. Hayatları boyunca Allah’a şirk koşarak yaşayan bu insanlar, şirk koştukları tüm varlık ya da nesnelerin kendilerini nasıl yüzüstü bırakıp gittiklerini, boş bir aldanıştan başka bir şey olmadıklarını ve hiçbir güçleri bulunmadığını ahiret günü anlayacaklardır. Allah bu kimselerin ahirette yaşayacakları pişmanlığı ve psikolojik çöküntüyü Kuran ayetlerinde şöyle bildirmektedir:

Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır. (Artık) Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de parçalanıp kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: “Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık.” Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler. (Bakara Suresi, 166-167)

Şirk koşan, kendilerine Allah’tan başka veliler edinen insanlar hayatları boyunca boş bir mutluluk beklentisi içinde olacaklardır. Allah’ı veli ve dost edinmedikleri için hayatları boyunca gerçek anlamda rahatlığı, huzuru ve mutluluğu yaşayamayacaklardır. Allah bu gibi insanlara, yaptıkları nankörlüğün karşılığını mutsuzluk olarak vermektedir. Bu asla değişmeyecek bir gerçektir. İnsanın bu duruma düşmesinin sebebi ise yalnızca kendisidir. Kişi mutsuzluğunun nedenini kendinde aramalı ve düşünmelidir. Allah bir ayetinde, insanların kendi elleriyle yaptıkları nedeniyle mutsuz olduklarını hatırlatmaktadır:

Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus Suresi, 44)

İnsan şirkten kurtulabilmek için Allah’a gönülden yönelmeli, vicdanıyla düşünmeli, Allah’ın gücünü ve kudretini takdir edebilmelidir. Hz. İbrahim’in vicdanına uyarak Allah’a yönelmesi, Allah’ın gücünü ve kudretini kavraması, bu konuda tüm insanlara örnek olabilecek niteliktedir. Allah Kuran’da Hz. İbrahim’in bu tavrını şöyle bildirmektedir:

Böylece İbrahim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için-göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: “Bu benim Rabbimdir.” Fakat (yıldız) kayboluverince: “Ben kaybolup gidenleri sevmem” demişti. Ardından ayı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: “Bu benim Rabbim” demiş, fakat o da kayboluverince: “Andolsun” demişti, “Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum.” Sonra Güneş’i (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: “İşte bu benim Rabbim, bu en büyük” demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” (Enam Suresi, 75-79)

Eğer insan, hayatı boyunca Allah’ın rızasını kazanmak için çalışır, herşeyi Allah’tan ister, sorumluluklarını samimi olarak yerine getirirse Allah’ın her işinde kendisine yardım edeceğini ve onu her türlü sıkıntıdan kurtaracağını mutlaka görecektir. Allah Kuran’da müminlere olan yardımını şöyle müjdelemiştir:

De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” (Enam Suresi, 64)

… Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, Aziz olandır. (Hac Suresi, 40)

Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)

Yanlış bir kader inançları vardır

Günümüzde insanlara, ‘Kader nedir?’ diye bir soru yöneltilse çok az kişiden doğru cevap gelecektir. Bu durum insanların kaderin tam olarak ne anlama geldiğini bilmediklerini göstermektedir. Kaderin gerçek anlamını bize her konuda doğruyu gösteren Kuran’dan öğrenmemeleri, kaderi kavramanın kendilerine kazandıracağı rahatlık ve huzurdan da mahrum kalmalarına neden olmaktadır.

Kader, Allah’ın yarattığı her canlının geçmişte yaptığı ve gelecekte yapacağı herşeyi, her hareketi, düşünceyi, konuşmayı en ince ayrıntısına kadar bilmesi ve kontrol etmesidir. İnsanlar daha doğmadan, hayatları boyunca görecekleri ve yaşayacakları herşey Allah Katında belirlenmiş ve planlanmıştır. Allah, herşeyi bir kader dahilinde yarattığını “Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık” (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bildirmektedir. İnsan hayatı süresince Allah’ın kendisi için dilediği ve istediği olaylarla karşılaştığından, tamamen Allah’ın dilediği bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Allah bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:

Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılıdır). Küçük, büyük herşey satır satır (yazılıdır). (Kamer Suresi, 52-53)

Allah’ın ayette belirttiği gibi, tüm insanlar tamamen Allah’ın kontrolü ve hakimiyeti altında yaşamaktadırlar. Bir başka ayette ise Allah, tüm insanların Rabbimizin belirlediği kader doğrultusunda bir yaşam sürdüklerini şu sözlerle haber vermektedir:

Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)

Bu nedenle, insanın dilediklerini değiştirmesi, kaderinin dışına çıkması söz konusu değildir. İnsanların kaderleri, kaderleri dahilinde karşılaştıkları herşey ve verdikleri her tepki, Allah’ın bir ’emri’dir. Allah bu gerçeği “… Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir” (Ahzab Suresi, 38) ayetiyle bildirmiştir. Bu yüzden tüm insanlar kadere teslim olmak durumundadırlar. İnsan dahil tüm canlılar Allah’ın belirlediği kadere göre hayatlarını yaşamaktadırlar.

Bu anlattıklarımız, insanın mutlu olabilmesinde, her şartta huzurlu ve rahat bir şekilde davranarak, dengeli bir ruh haline sahip olmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kadere teslim olmanın insana vereceği rahatlık ve ferahlığı daha net görmek için, kadere inanıp teslim olan ve kadere inanmayan iki insanın, bir olay karşısında verecekleri tepkileri karşılaştırarak inceleyelim. Bu önemli olayımız tüm genç insanların, hayatlarının bir dönüm noktası olarak gördükleri üniversite sınavları olsun. Bahsettiğimiz iki kişinin de bu sınava gireceğini varsayalım. Bu iki kişinin de kadere olan bakış açıları birbirlerinden çok farklı olduğu için, yaşayacakları sınav psikolojisinin de bu iki kişi üzerindeki etkisi oldukça farklı olacaktır. Allah’ın kendisi için yarattığı kadere teslim olan kişi, sınav sırasında yapacağı hataların ve sonucun, daha sınava girmeden Allah Katında belli olduğunu ve Allah’ın tüm bunları bir hikmet üzerine yarattığını bildiğinden, sınavın neden olabileceği stres ve gerginlikten uzak olacaktır. Çünkü sınav aslında kaderinde olup bitmiştir. Kişi sadece sınava girerek bunun sonucunu görmeyi bekleyecektir. Sınav sonucuna müdahale edebilecek Allah’tan başka bir güç olmadığının bilincindedir. Alacağı sınav sonucu iyi ya da kötü de olsa, Allah’ın herşeyi hayır ile yarattığını bilmesi sınavdan dolayı sıkıntı ya da strese kapılmasını engeller. Allah’a olan tevekkül ve teslimiyeti nedeniyle sınavdan çıkacak iyi ya da kötü her sonuca gönülden razı olur. Çünkü bunu Allah dilemiştir.

Böyle bir insan heyecanlanmayıp, strese girmediği için, tüm bunların kendisine vereceği zarar ve kayıplardan da uzak kalır. Çünkü heyecanlı ve stresli bir insan rahat edemez, dikkatini toplayamaz, bilgisini iyi kullanamaz, kolaylıkla yanlış yapabilir. İnsanın önemli bir sınavda bu gibi bir ruh hali içerisinde olmasının, sınavdaki başarısını da olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Bu kimse kadere olan güveni sayesinde hem sınav psikolojisinin getirdiği olumsuz yükten uzak kalacak, hem de imtihanda başarılı olma ihtimali artacaktır.

Diğer kişinin durumuna baktığımızda, karşılaştığımız manzaranın oldukça farklı olduğunu görürüz. Bu kişinin kadere karşı bir teslimiyeti ve güveni olmadığı için, herşeyi yapanın kendisi olduğunu, herşeyin kendi kontrolünde geliştiğini düşünecektir. Böylesine önemli bir sınavda bunu düşünmenin getireceği yük ise oldukça ağır olacaktır. Dolayısıyla bu ağır yük altından kalkamayarak, büyük bir stres ve gerginliğe kapılır. Kendi düşüncesine göre bu sınavı kazanıp kazanamaması tamamen onun elindedir. Sınavı kazanmak için aylarca çalışıp vakit harcadığından, eğer sınavı kaybederse, tüm bunların boşa gideceği korkusu ve sıkıntısı da bu kişiye ayrı bir üzüntü kaynağı olur. Kadere inancı olmadığından, duyacağı gerginlik ve stres, sınavını olumsuz yönde etkileyecektir. Dikkatini toplayamayacak, belki bildiği soruları yapamayacak yapsa bile cevap kağıdına yanlış işaretleyecektir. Kendisi için hayati önem taşıyan bu sınavı belki de sadece stres ve sıkıntıdan dolayı kaybedecektir. Böyle bir duruma düşen bir kimsenin, olaylara iman gözüyle bakmadığı sürece, üzüntüye kapılıp, karamsar olmaması imkansızdır. Hatta kişi böyle bir durumda ciddi depresyonlara bile sürüklenebilir. Gelişen tüm olayların sebebinin kendisi olduğunu düşündüğü için, sıkıntısı ve azabı daha da artacaktır. Kadere tabi olmayıp, Allah’a tevekkül etmediği için, Allah’ın onun kalbine vereceği rahatlık ve güvenden de mahrum kalır. Bu yüzden, Allah’ın aşağıdaki ayette belirttiği gibi, kadere tam anlamıyla teslim olmuş insanların sahip oldukları ‘dengeli’ ve ‘sakin’ ruh halini hiçbir zaman yaşayamaz:

Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız… (Hadid Suresi, 23)

İnsanların içerisine düştükleri bir diğer yanılgı ise, kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu tam olarak bilememeleri ve bunun sonucunda katlandıkları sıkıntıdır. İnsanın aklı ve muhakeme gücü zayıf olduğundan, Kuran’a tabi olmadığı sürece, kendisi için neyin iyi, neyin kötü olabileceğini tam olarak bilemez. Bu açıdan da, karşılaştığı olumsuz gibi görünen bir olayın aleyhine olduğunu düşünmekle yanılgıya düşmüş olacaktır. Çünkü Allah, imtihanın bir gereği olarak insanları hem hayırla hem de şerle imtihan etmektedir. Allah, tüm bu olayları insanları sınamak için özel olarak bir hikmet üzerine yaratmaktadır. Allah bu sırrı, “… Biz sizi şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz” (Enbiya Suresi 35) ayeti ile kullarına haber vermiştir. Bu gerçeğe iman edip Allah’ın rızasına uygun hareket eden insan için, karşılaştığı her olay hayırlı bir sonuca vesile olur. Allah bir başka ayetinde her olayı insanın görebildiği ve göremediği pek çok hikmetle birlikte yarattığını şöyle bildirmektedir:

… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

Ayette de görüldüğü gibi, kişinin sevdiği ya da sevmediği, hoşlandığı ya da beğenmediği herşeyde aslında kişinin kendisi için bir iyilik gizlidir. Çünkü insanın başına gelen her olayı, herşeyi bilen Allah planlamıştır. İnsanı yaratan Rabbimiz, elbette insanın kendisi için iyi ve kötü olan herşeyi bilmektedir. Bunun aksini düşünmek Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edememek olacaktır ki, bu da insana kayıptan ve mutsuzluktan başka bir şey kazandırmaz. Bu nedenle insanın yapması gereken, kendisini daima iyiye yöneltecek olan, Allah’ın kendisi için belirlediği kadere teslim olmaktır.

Başlarına gelen herşeyin kendileri için bir deneme olduğunun ve Allah’ın herşeyi hayırla yarattığının farkına varamayan insanlar ise büyük bir kayba uğrayacaklardır. Bu kişiler, olayları Kuran ahlakına göre değerlendirmedikleri zaman, karşılaştıkları herşeye olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşarak umutsuz ve karamsar bir yapıya bürünürler. Bundan kurtulmanın tek yolu ise kadere tam anlamıyla teslim olmak, her olaydaki hikmetli yönleri görebilmeye çalışmaktır. Bu, cahiliye insanları için, mutlu olabilmenin hiç bilinmeyen bir yoludur.

Allah’a ve kadere teslimiyet içerisinde olmayan insan, hoşuna gitmeyen olaylarla karşılaştığı zaman isyankar bir ruh haline bürünür. Bu da bu kimselerin sıkıntılarını ve huzursuzluklarını daha da artırır. Kaynağını bilmedikleri, sebebini anlayamadıkları olaylarla karşılaşmak, bu insanlara sıkıntı verir. Bu sıkıntı Allah’ın inkar edenlere dünya hayatında verdiği bir karşılıktır. Böylece Allah’a isyan eden, Ona kulluk etmekten kaçınan insanların azabı daha dünyadayken yavaş yavaş başlamış olur. Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:

Andolsun, Biz onlara belki (inkarcılıktan) dönerler diye o büyük (uhrevi) azaptan önce, yakın (dünyevi) azaptan da tattıracağız. (Secde Suresi, 21)

Kadere gereği gibi teslim olmayan kimsenin dünyada kazanacağı tek şey mutsuzluk ve sıkıntı olacaktır. İnsanın kadere olan inancı, güveni ve Allah’a olan teslimiyeti ne kadar güçlüyse, duyacağı rahatlık, huzur ve güven de o derece büyük olacaktır. Böylece hem dengeli bir ruh haline sahip olacak hem de karşılaştığı olayların hayır ve hikmetlerini daha iyi görebilecektir.

Samimiyetsizliği prensip edinmişlerdir

Samimiyet, kısaca insanın düşündükleri ve hissettikleri ile tutarlı bir biçimde davranması olarak tanımlanabilir. Gerçek anlamda samimi olan bir kişi kendini kimseye ispat etmek, kabul ettirmek zorunda hissetmediği için her ortamda, rahat ve doğal hareket eder. Bu şekilde yaşayan bir kimse için samimiyet bir rahatlık ve huzur kaynağı haline gelir.

Ancak günümüzde birçok insanın çevresindeki insanlarla olan  ilişkilerindeki samimiyetten uzak yapı yoğun şekilde hissedilmektedir. Cahiliye ahlakını yaşayan insanların birçoğu yalancılığı, ikiyüzlülüğü, sahtekarlığı alışkanlık haline getirmişler ve ilişkilerini de tamamen bu unsurlar üzerine kurmuşlardır. Herkes belirli bazı menfaatlerin peşinde olduğundan, birbirlerine karşı samimiyetsiz bir tavır içerisine girerler. Tabii ki bu durum tek taraflı değil, karşılıklıdır. Her iki taraf da birbirini kullanarak, birbirinden en fazla şekilde faydalanmaya çalışmaktadır. Böyle bir ortamda güven diye bir kavram kalmaz. Çünkü kimin ne yapacağı, nasıl davranacağı, ne düşündüğü kesinlikle belli değildir. Zaten insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde mutsuz olmalarının, depresyona girmelerinin, birbirlerine olan sevgi ve bağlılıklarının çok kısa süreli olmasının sebebi, yaşadıkları bu samimiyetsizliktir. Allah, “Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe Suresi, 82) ayetiyle din ahlakından uzak yaşayan insanların mutsuz olacaklarını bildirmiştir.

Samimiyetsizlik bu insanlarda başka olumsuz tavırların da gelişmesine neden olur. Bunlardan biri, kendilerine yapılan yardımlara ve iyiliklere karşı nankör bir tavır sergilemeleridir. Kuran ahlakından uzak bir yaşam sürdükleri için kendilerine yapılan yardım ve iyilikleri çabuk unutmaya, kötülükleri ise hiç unutmamaya yatkın bir karakter gösterirler. En ufak bir kavga ya da anlaşmazlıkta hemen birbirlerinin olumsuz yönlerini açığa vurur ve birbirlerini olabildiğince eleştirirler. Birbirlerinin iyi ve güzel yönlerini görmez ya da görmek istemezler. Kısaca insanlar kendilerine yapılan iyiliklerin, yardımların ve güzelliklerin gereği gibi farkına varamazlar.

Birbirlerine karşı böyle bir ahlak gösteren kimseler Allah’a ve dine karşı da samimiyetsiz bir yaklaşım içerisindedirler. Bu kimselerin Allah’a olan imanları oldukça zayıftır ve en ufak bir sıkıntı veya zorlukta Allah’ı unutmaya çok eğilimlidirler. Allah aşağıdaki Kuran ayetinde bu insanların “Allah’a bir ucundan ibadet eden” kimseler olduklarını, bundan dolayı da dünyada ve ahirette büyük bir kayba uğrayacaklarını bildirmiştir:

İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)

Allah’ın, bu kimselerin inançlarındaki samimiyetsizliği haber verdiği bir diğer ayet şöyledir:

İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus Suresi, 12)

Bu insanların samimiyetsizliklerinin bir başka göstergesi de, bir şeyi yapmak istemedikleri zaman bu davranışlarını meşru göstermek için birtakım bahane ve mazeretler öne sürmeleridir. Kendilerine Allah’a karşı sorumlulukları hatırlatıldığında, bu sorumluluklardan kaçmak ve ömürlerini nefislerinin istekleri doğrultusunda hırsla tüketmek için sayısız bahaneleri vardır. Her durumda ibadet etmelerine, Allah’ın emirlerine uymalarına, kendilerince engel teşkil eden suni nedenler üretirler. Bu her insanın isteklerine ve geleceğe yönelik planlarına göre değişiklik gösterir. Kimi yapması gereken işlerinin olduğunu, kimisi hiç vaktinin olmadığını, kimisi de ibadetlerini yaşlandığında yapacağını söyler.

Allah’ın, kendisi dahil herşeyi sarıp kuşattığını, herşeyi görüp işittiğini, mazeretlerini söylediğinde, gerçekte o an aklından neler geçtiğine şahit olduğunu bilen bir insan bu tür bir davranış içine asla girmez. Bu şekilde hareket ettiği takdirde nasıl bir azapla karşılaşacağının ve kendisini kandırmasının dünyada ve ahirette ona hiçbir fayda getirmeyeceğinin bilincindedir.

Allah’a karşı samimi olan, O’nun emir ve yasaklarını harfiyen yerine getiren insanlar Allah’ın bir vaadi olarak samimi müminlerle birarada olacak ve onlarla beraber yaşayarak samimiyetin getireceği rahatlığı, güzelliği, huzuru en güzel şekilde yaşayacaklardır. Bu Allah’ın samimi kullarına dünyada ve ahirette verdiği bir ödül ve çok güzel bir nimettir. İnsanın yapması gereken ise içerisinde bulunduğu bu güzel ortam için Allah’a şükretmesidir.