Önceki bölümlerde söz ettiğimiz gibi, cahiliye toplumunda insanların çoğu, yaşadıkları topluma, insanlarla olan ilişkilerine hatta en yakın dostlarına bile menfaat gözüyle bakarlar. Herhangi bir çıkar çatışması söz konusu olduğunda ise hiç tereddütsüz kendi menfaatlerinden yana tavır koyar ve en değer verdikleri insanları bile bir anda gözden çıkarabilirler. Çünkü bu kimseler için kendi menfaatlerini korumak herşeyden ve herkesten öncelikli bir konudur.

Müminler için ise durum çok farklıdır. Öncelikle onlar için şahsi menfaat gibi müstakil bir amaç yoktur. Onlar için ancak dinin ve müminlerin menfaatleri söz konusudur. Kendi menfaatleri zaten dinin ve müminlerin menfaatlerinin gözetilmesiyle, olabilecek en mükemmel şekilde korunmuş olur. Bunun dışında dünyevi anlamda bir menfaat kaygısına asla kapılmazlar. Dünya hayatında onlar için asıl önemli olan Allah’ın rızasını en fazlasıyla kazanabilmektir. Çünkü onlara dünyada ve ahirette asıl fayda sağlayacak olan burada elde ettikleri menfaatler değil “Allah’ın rızası” olacaktır. Allah’ın rızası ise, daima dinin ve müminlerin menfaatinden yana hareket etmektir. İşte bu bilinci alan müminler büyük bir şevkle hareket eder ve her zaman için dinin menfaatlerinden yana düşünürler.

Burada “dinin menfaatleri” derken neyin kastedildiğini açıklamakta fayda vardır. Allah dinini tüm insanlara bir yol gösterici olarak göndermiştir. Dinin gereklerini, Kuran ahlakının güzelliğini, İslam’ın insanlığa getirdiği maddi ve manevi tüm faydaları, diğer insanlara anlatmak ise Müslümanlara verilmiş bir sorumluluktur. Müslümanlar bu sorumluluğu hem bizzat kendileri yaşayıp çevrelerindekilere örnek olarak, hem de sözlü veya yazılı şekilde insanlara anlatarak yerine getirirler. Tek bir insanın ahiret kurtuluşuna vesile olabilmek, Müslümanlar açısından önemli bir ibadettir. İşte burada dinin menfaati olarak kastedilen ana konulardan biri budur. Müslümanlar din ahlakını tebliğ edebilecekleri, toplumun ve insanların maddi-manevi huzura kavuşmasına, kötülüklerin, haksızlıkların, zulmün, ahlaksızlığın önünün kesilmesine vesile olabilecekleri durumlarda asla kendi çıkarlarını düşünmezler.

Bu tarz bir durumda müminler gerekirse kendi haklarından da feragat ederler. Kimilerinin aklına Müslümanların bu samimi tercihleri nedeniyle “safça” davrandıkları gibi yanlış bir düşünce gelebilir. Toplum arasında sıkça kullanıldığı gibi “dünyayı kurtarmak sana mı kaldı” gibi yanlış bir mantıkla düşünenler olabilir. Ancak durum bu kişilerin sandıkları gibi değildir. Müminler kendi menfaatlerinden vazgeçerken dünyaya yönelik herhangi bir hesap içerisinde değildirler. Onlar yaptıkları fedakarlığın karşılığını Rabbimiz’den çok daha güzeliyle beklemektedirler. Bu nedenle de büyük bir şevk içinde hizmet eder, güzel ahlakı tebliğ eder, insanları ebedi kurtuluşa davet ederler. Allah onların şevkli kararlılıklarına karşılık, onlara feragat ettiklerinden daha hayırlısını vereceğini müjdelemiştir. Dolayısıyla da kendi şahsi menfaatlerini bir yana bırakan bir insan aslında dünyada ve ahirette kendi adına olabilecek en fazla yararı elde etmiş olur. Çünkü gösterdiği şevk dolu tavrıyla hem Allah’ın rızasını kazanacak hem de ayette bildirildiği gibi “dünyada ve ahirette güzel bir hayatı” ümit edecektir.

Erkek olsun, kadın olsun, bir mümin olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

Müminlerin bu konudaki şevkli tavırlarına günlük hayatın pek çok aşamasında rastlamak mümkündür. Sözgelimi yüklü miktarda bir kazanç elde etmek üzere olan bir mümin, topluma ve insanlara farklı bir yönde faydası olacağını görürse, hiç tereddüt etmeden kendi işini bir kenara bırakıp, daha aciliyetli olan ancak kendisine dünyadan yana hiçbir çıkar sağlamayacak olan hayırlı bir işe yönelebilir. Ya da kendi ihtiyaçları doğrultusunda harcamayı planladığı bir parayı, Kuran ahlakının anlatılması açısından daha faydalı ve verimli olacağını düşündüğü bir hayır işine derhal kanalize edebilir. İşte şevk sahibi bir mümin böyle bir olay karşısında da kendi işlerini hemen bir kenara bırakıp hiçbir sıkıntı duymadan dinin hizmetine koşar.

Böyle bir durumda kişinin büyük bir şevkle kendi haklarından feragat edebilmesi, tüm bunların kendisi için büyük bir kazanç olduğunu bilmesinden kaynaklanır. Belki maddi açıdan elde edebileceği yüklü bir karı göz ardı edecek, hatta belki de görünürde maddi bir kayba uğrayacak ancak herşeyin üzerinde tek kazanç olan “Allah’ın rızası”nı kazanmış olacaktır. Ayrıca mümin, malı verenin de alanın da Allah olduğunu bilmektedir. Onu rızıklandıracak, malına bereket verecek ya da kazancını artıracak olan Allah’tır. Dolayısıyla iman eden bir insanın bu konuda hırs yapmasını ya da endişelenmesini gerektirecek bir konu yoktur. Allah, Kuran’ın “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır…” (Yunus Suresi, 26) ayetiyle müminlerin gösterdikleri güzel ahlaka ve şevkli çabaya karşılık onlar için daha güzel bir karşılık olduğunu bildirmiştir.

Şunu da belirtmeliyiz ki, müminlerin dinin menfaatlerini kendi menfaatlerinden öncelikli tutmaları sadece maddi konular için geçerli değildir. Kimi zaman da manevi yönde bir fedakarlıkta bulunmaları söz konusu olabilir. Örneğin yorgun, aç ya da uykusuz oldukları bir sırada hasta bir insanla ilgilenmeleri gerekebilir. Müminler böyle bir durumda hiç üşenmeden, ağırlık göstermeden şevkle hemen harekete geçerler. Çünkü onlar maddi veya manevi fedakarlıkta bulunmayı bir zorluk olarak değil, Allah’ın kendileri için yarattığı özel bir fırsat olarak değerlendirirler. Bunlar Allah’a yakınlaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için can atan müminlerin şevkle bekledikleri ortamlardır. Bu nedenle de kendi ihtiyaçlarını karşılayamamış olmaktan dolayı en ufak bir huzursuzluğa kapılmaz, en faydalı olan hizmet neyse ona yönelirler. Hiç kuşku yok ki bu konuda gösterdikleri şevk ve kararlılık, imanlarının ve din ahlakına nasıl içtenlikle sarılmış olduklarının göstergelerindendir.