“Merhamet” müminlerin Kuran ahlakını hakkıyla, samimi olarak ve tüm incelikleriyle yaşayabilmelerini, bu ahlaktan taviz vermemelerini, nefislerine pay çıkarmamalarını ve her koşulda ayakta tutmalarını sağlayan son derece önemli bir temel ahlak özelliğidir.

Örneğin mümin, Allah’ın kesin bir emri olduğu ve Allah’ın azabından çok korktuğu için, ölçüde ve tartıda hile yapmayı, bu şekilde müminleri sıkıntıya ve zor duruma sokmayı aklından bile geçirmez. Ancak bunun yanı sıra, içinde taşıdığı merhamet duygusu onun Allah’ın bu hükmünü, hikmetlerini ve inceliklerini kavrayarak, hissederek ve bundan büyük bir haz duyarak yerine getirmesini sağlar. Bu şekilde nefsinin ve şeytanın çeşitli kışkırtmalarına karşı tüm kapıları kapatmış olur.

Merhamet hisleri yeterince gelişmemiş bir insanın, gerektiği gibi adaletli, fedakar ve dürüst olması da mümkün değildir. Merhamet sahibi olmayan bir insan, kendi acizliğinin de farkında olmadığı için Allah’ın merhametine ihtiyacı olduğunu aklına getirmez, dolayısıyla Allah’tan gereği gibi korkmaz. Allah’tan gereği gibi korkmadığı için de Kuran’da bildirilen üstün ahlakı kazanamaz ve yaşayamaz.

Sonuçta Kuran’da bildirilen tüm ahlak özellikleri birbirini bütünleyen, destekleyen, ayakta tutan ve mükemmelleştiren özelliklerdir. Birinin eksikliği diğerlerinin de gereği gibi yaşanmasını engeller. Birinin kusursuzca yaşanması ise diğerlerinin daha da mükemmelleşmesine yardımcı olur.

Aşağıda merhamet hissini yoğun biçimde yaşayan müminlerin bu merhametlerinin diğer üstün ahlaki vasıflarını nasıl olumlu yönde etkilediğini ve mükemmelleştirdiğini göreceğiz.

Adaletle Hükmetmek

Merhamet, adaleti ayakta tutan ve adaletten sapmayı engelleyen çok önemli bir ahlak özelliğidir. Mümin, bir insana düşmanı da olsa zalimce ve merhametsizce bir tavır gösteremez, her durumda ve koşulda sahip olduğu merhamet hissi onun adaletten taviz vermemesini sağlar.

İman eden bir insanın, Allah’ın her an yaptığı, konuştuğu ve hatta düşündüğü herşeye şahit olduğunu bildiği için, adaletsiz bir tavra girmesi mümkün olmaz. Çünkü Kuran’da müminlere adaletli olmaları emredilmiştir ve mümin, Allah’ın dünyada yapılan Kuran dışı tavırlara karşı cehennem azabıyla karşılık vereceğinden haberdardır. Kuran’da adaletli olmanın emredildiği bazı ayetler şöyledir:

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)

Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik… (Hadid Suresi, 25)

Burada açıklanması gereken önemli bir nokta da, müminlerin adalet anlayışının faklılığıdır. Cahiliye toplumlarında adalet denildiği zaman her insandan ayrı bir fikir duymak ve ayrı uygulamalara şahit olmak mümkündür. Çünkü her insan kendine has bir adalet anlayışı geliştirmiştir ve bunu yetki sahibi olduğu alanlarda istediği gibi uygular. Kendine göre yanlışları ve doğruları vardır ve insanları da bu değer yargıları doğrultusunda değerlendirir.

Mümin için ise durum oldukça farklıdır. Müminin adalet anlayışının temeli, Kuran’a, yani katıksız Allah sözü olan ve insanlara herşeyin en doğrusunu bildiren Hak Kitab’a dayanmaktadır. Allah sonsuz adalet sahibidir. O’nun sözüne uyan ve ahlakını Allah’ın bildirdiği doğrultuda şekillendiren bir mümin de olaylar karşısında doğal olarak en adaletli tavrı gösterir.

Zulme Rıza Göstermemek

Müminler şahit oldukları, duydukları, hatta dolaylı yoldan haberdar oldukları zulme yönelik hiçbir harekete karşı duyarsız kalmazlar. Kuran ahlakından kaynaklanan merhametleri onları her türlü zulme karşı tavır almaya, mazlumların hakkını korumaya, onlar için mücadele etmeye yöneltir.

Karşılarında en yakın dostları da olsa, hiç tanımadıkları ve hiçbir menfaatlerinin olmadığı yabancı biri de olsa yapılan zulmü engelleme konusunda kararlı davranırlar. Bu durumun Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve Kuran ahlakını uygulamak için değerli bir fırsat olduğunu düşünürler.

Cahiliye insanları ise özellikle de tanımadıkları biri için böyle bir çaba içerisine girmenin kendi deyimleriyle “enayilik” olduğunu düşünürler. Hatta “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi yaygın bir atasözüyle de bu fikirlerini açıkça ifade ederler. Bu onların yapılan iyiliklerin ve gösterilen güzel ahlakın ahirette karşılarına çıkacağını unutmalarından kaynaklanır. Mümin ise bu durumun bilincindedir, bu nedenle de tanımadığı bir insana bile merhametle yaklaşıp onu zulümden kurtarmaya çalışır.

Kimse sahip çıkmasa ve destek olmasa bile onlar tek başlarına bütün imkanlarını seferber ederek kötülüğü engellemeye çalışırlar. Aksi şekilde davranan insanlar çoğunlukta da olsalar onların vicdansızlıkları ve umursuzlukları inananları gevşekliğe sürüklemez. Ahirette her şahit oldukları olayda haktan yana nasıl bir çaba harcadıklarından sorguya çekileceklerini ve bu zulmü engellemek için ne yaptıklarının kendilerine sorulacağını bilirler. Dünyada pek çok insanın yaptığı gibi “görmedim, duymadım ya da fark etmedim” diyerek sorumluluktan kaçamayacaklarını bilirler. Umursuzluk yaptıkları takdirde kaybedenin, vicdanlı davrandıklarında da kazanacak olanın sadece kendileri olduğunu unutmazlar. İşte bu nedenle de hiçbir zaman böyle bir duruma seyirci kalıp umursuz bir yapı göstermezler. Herhangi bir şekilde bir zulüm söz konusuyken, kendi işlerine dalıp hiçbir şeye şahit olmamış gibi bu olayı görmezden gelemezler.

Cahiliye toplumlarında ise bunun örneklerine günlük hayatta her an raslamak mümkündür. Örneğin bir insanın kaza geçirdiğini ve zor durumda olduğunu gören bir kişi, sırf kendisi için bir problem çıkmasını istemediği için görmezlikten gelebilir. Ya da haksızlığa uğratılan bir insan gördüğünde, haksızlık yapan kişinin öfkesini üzerine çekmemek için buna sessiz kalabilir.

Müminin ise vicdanı çok duyarlı olduğu için merhamet anlayışı bu tarz olaylara göz yummasına kesinlikle izin vermez. En başta kendisi kimseye karşı zulmedici, haksızlık edici bir tavır göstermeyerek bu ahlakın öncüsü olur. Başkalarında şahit olduğunda ise bu durumu ortadan kaldırmak için elinden gelen en son noktaya kadar çaba sarf etmedikçe vicdanı rahat etmez. Çünkü gerçek merhamette zulmü görmezlikten gelme, unutma ya da aldırış etmeme gibi bir durum söz konusu olmaz.

Yapılan Hatalara Karşı Affedici ve Bağışlayıcı Olmak

Merhametin önemli göstergelerinden biri de kişinin affedici ve bağışlayıcı olabilmesidir. Allah Kuran’da iman eden kullarını “affedici ve bağışlayıcı” olmaya şöyle çağırmaktadır:

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)

Bu, insanın nefsine zor gelebilen, ama Allah Katında güzel karşılığı olan bir tavırdır. İnsan yapılan bir hata karşısında öfkeye kapılabilir ya da onu affetmek istemeyebilir. Ama Allah müminlere affetmenin daha güzel olduğunu bildirmiş ve onları bu ahlaka teşvik etmiştir:

Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir… (Şura Suresi, 40)

Bir başka ayette Allah “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şura Suresi, 43) şeklinde bildirerek bunun üstün bir ahlak olduğuna dikkat çekmiştir.

Ayrıca Allah, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nur Suresi, 22) ayetiyle müminleri bu konuda kendi durumlarını düşünmeye de teşvik etmiştir. Çünkü gerçekten de her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını, esirgemesini ve rahmet etmesini ister. Yine aynı şekilde bir hata yaptığı zaman, çevresindeki insanların kendisini mazur görmesini ve affetmesini diler. İşte Allah müminlere bu durumu hatırlatarak kendilerine yapılmasından hoşlandıkları bir tavrı, başkalarına da göstermelerini bildirmiştir. Elbette bu, müminler arasında merhameti teşvik eden önemli bir emirdir.

Müminler diğer müminlere karşı, hataları her ne olursa olsun, affedici bir tutum izlerler. Ancak onların affetmeleri, cahiliye ahlakını yaşayan kimselerin affetmesinden çok farklıdır. Din ahlakını yaşamayan insanlar, çoğu zaman dilleriyle karşılarındaki kişiyi bağışladıklarını söyleseler bile, yapılan hataya karşı kalben duydukları kin ve kızgınlıktan kurtulmaları oldukça uzun sürer. Tavırları genellikle bu kızgınlığı yansıtacak bir sitemkarlık içerisindedir. Nitekim ellerine ilk fırsat geçtiğinde de zaten kalplerinde biriktirdikleri bu kin ve öfkelerini dile getirirler.

Müminlerin affetme şekli ise tamamen samimiyet içerir. İnsanın hata yapabilecek bir yapıda yaratıldığını bildikleri için, daha en başından karşı tarafa hoşgörü ile yaklaşırlar. Zira Kuran’da yer alan tevbe ile ilgili ayetler, insanın hata yapmaya açık bir varlık olduğunu, ancak önemli olanın bu hatayı fark eder etmez bir daha tekrar etmeme gayretiyle hemen vazgeçmek olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)

Kişinin samimiyetini ifade eden bu şartlar oluştuğu sürece müminler de birbirlerine karşı son derece bağışlayıcı ve merhametli bir tavır gösterirler. Tevbe ettiği, pişmanlık duyduğu, düzeltmeye çalıştığı hatalarından dolayı bir mümine karşı içlerinde kin beslemezler. Samimi olarak vazgeçmişse kimseyi geçmişte yaptıklarından dolayı yargılayamayacaklarını ve asıl önemli olanın kişinin son anda gösterdiği ahlak olduğunu bilirler.

Müminlerin affediciliğinin bir farklılığı da şudur: Onlar, kendileri tamamen haklı oldukları ve karşı tarafın tümüyle haksız olduğu bir durumda bile hiç tereddütsüz affedebilirler. Çünkü Allah bunun güzel bir ahlak özelliği olduğunu bildirerek müminlere tavsiye etmiştir:

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)

Allah’ın bu hükmünü göz önünde bulundurarak kendi haklarından kolaylıkla vazgeçer ve alttan alarak karşı tarafa güzel ahlakları ile örnek olurlar.

Bu konuda yine Kuran ahlakının getirdiği büyük bir farklılık daha söz konusudur; müminler affetme konusunda hataları büyük ya da küçük diyerek ayırmaz ve hataya göre farklı bir affedicilik anlayışı geliştirmezler. Hatayı yapan kişi istemeden büyük bir can ya da mal kaybına neden olmuş ve bu da karşı tarafın menfaatlerine büyük ölçüde zarar vermiş olabilir. Ancak meydana gelen her olayın Allah’ın izni ile ve bir kader dahilinde geliştiğini bilen mümin, bu tür bir olayı tevekkülle karşılar ve şahsi bir kızgınlık içerisine girmez.

Yine bu kişi cehalet sonucu Kuran’ın bir hükmüne karşı gelmiş ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmış olabilir. Ancak bu tavırlarından dolayı kişiyi yargılayacak olan yalnızca Allah’tır. Bu nedenle bu konuda bir yargılama yapmak ve kişiyi affetmemek gibi bir tavır müminlerin sorumluluğunda değildir. Kişinin samimi olarak tevbe edip bu tavrından pişman olması durumunda alacağı karşılık Allah Katındadır. Nitekim Allah pek çok ayetiyle “Allah’a ortak koşma” dışında müminlerin samimiyetle vazgeçtikleri hatalarını affedebileceğini bildirmiştir. Müminler bunu bilemeyecekleri için onlar ancak Allah’ın bildirdiği şekilde affeder ve eğer bu konuda Kuran’da bildirilen bir açıklama varsa, hata yapan kişiye bu doğrultuda davranırlar.

Ancak şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, mümin için affetmede ölçü karşı tarafın samimiyeti ve iyi niyetidir. Bunu da mümin, vicdanı ve aklıyla teşhis eder. Kötülüğü bir alışkanlık haline getirmiş olup karşı tarafın merhametinden ve güzel ahlakından istifade etmeye çalışan birine elbette izin verilmez. Böyle bir durumda karşı tarafa gösterilecek asıl merhametin sadece affetmek olmadığını bilir ve onu samimiyete, dürüstlüğe ve Allah’tan korkmaya davet ederek merhametini farklı bir şekilde ifade eder.