ağnazların özellikle savaş ve kadın konusunda gördüğümüz ürkütücü mantıklarını Kitap Ehli’ne yani Musevi ve Hristiyanlara yönelik bakış açılarında da görmek mümkündür. Yıllarca özellikle Hristiyan ve Musevilere karşı şiddetli düşmanlık beslemiş olan Müslüman toplulukların zehirlendikleri nokta elbette ki yine mevzu hadislerdir. Peygamberimiz (sav)’in dilindenmiş gibi anlatılmış bu sahte hadisler nedeniyle Müslüman topluluklar, Kuran’da övülmüş olan salih Musevileri ve Hristiyanları görmezden gelmiş, Musevi ve Hristiyanların, Müslümanların koruması altında olmaları gerektiği gerçeğinden adeta habersiz yaşamışlardır. Bu yanlış düşünce nedeniyle, samimi Hristiyan ve Musevilerin anlatıldığı Kuran ayetlerini dahi inkar eder hale gelmişlerdir. Kuran ayetlerini inkar etmek ise, İslam’a göre dinden çıkmak anlamına gelir ki, söz konusu kişiler bunu bile önemsememişlerdir.
Bu bölümde bağnazların ve bir kısım İslam karşıtlarının, İslam’da Kitap Ehli düşmanlığına delil olarak göstermeye çalıştıkları Kuran ayetlerinin gerçek anlamları açıklanacak ve tarih boyunca teşvik edilmekte olan Musevi ve Hristiyan karşıtlığının asıl sebebi olan mevzu hadislerin yanlışlığı anlatılacaktır. Şu önemli gerçeği baştan hatırlatmak gerekmektedir: Hristiyanlık ve Musevilik, İslam’dan önce gönderilmiş olan hak dinlerdir ve Müslümanlar Kuran’a göre tüm hak dinleri ve hak peygamberleri kabul etmekle yükümlüdürler. Ayette şöyle belirtilir:
Deyin ki: “Biz Allah’a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız.” (Bakara Suresi, 136)
Kuşkusuz ki bu hak dinler de kendi içlerinde türeyen bağnaz mantıklar tarafından zaman içinde yanlış yorumlanmış ve bu tahrifat kitaplarına kadar yansımıştır. Ancak biz kıyamete kadar bozulmayacak olan Kuran’a baktığımızda Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin ilk ve öz hallerine iman etmemiz gerektiğini anlar ve buna göre davranırız.
Bu ayete ve Kuran’da Kitap Ehlinin övüldüğü pek çok ayete rağmen Hristiyan ve Musevilere ürkütücü boyutlara varan bir düşmanlık politikası içinde olan bazı Müslüman topluluklar elbette ki uydurulmuş olan bağnazlık dininin temsilcisidirler, Kuran Müslümanlığının değil.
Bu hataya kimi bilerek düşer, kimi de bilmeyerek. Bu kitabın amacı, bu hataya düşenleri uyarmak ve kurtuluş yolunu göstermek, bağnazlığı İslam zanneden bir kısım İslam karşıtlarına da karşı oldukları dinin aslında İslam olmadığını göstermektir.
Bağnazların tüm iddialarının aksine Kuran, Kitap Ehli’ne düşmanlığı lanetler ve Kitap Ehli’ne sevgiyi öğütler. Şimdi bunun delillerini görelim:
Musevi Karşıtlığına Kuran’dan Deliller Getirmeye Çalışanlara Kuran’dan Cevaplar
Kitap Ehli’nden özellikle Museviler, yıllarca bir kısım Müslümanların kendilerine olan düşmanlıklarını anlayamadılar. Genellikle hep Kuran’da böyle bir hükmün var olduğunu ve söz konusu Müslümanların buna göre hareket ettiğini zannettiler. İşte bu nedenle bir kısmı daima İslam’ı suçladı. Kuran’ın, Musevileri düşman edinen kişileri lanetlediği gerçeğinden haberleri dahi olmadı.
Musevilerin kendilerine yönelik isnatlarda karşılaştıkları iki önemli iddia vardır: Musevilerin lanetlenmiş olduğu ve maymunlar ve domuzlar yakıştırması (Musevi kardeşlerimizi tenzih ederiz). Bağnazlar bu iddialarını ise kendilerince Kuran’a dayandırırlar. Şimdi bu iddiaların geçersizliğini ve gerçek mahiyetini Kuran’dan ayetlerle açıklayalım:
“Maymunlar ve Domuzlar” Yakıştırması ve Kuran’da Kitap Ehlinin Gerçek Hükmü
Kuran’da Kitap Ehli özel bir yere sahiptir. Allah samimi olan Musevi ve Hristiyanları övmüş, onları ahirette mükafatlandıracağını bildirmiştir. Kitap Ehlinin tümü Müslümanlara emanet edilmiştir. Bu emanet, Müslümanların duyması gereken şefkat ve sevgi hislerini ifade eder, yoksa Kitap Ehlinin korunmaya muhtaç olduğu anlamında değildir.
Bir kısım bağnazlar, özellikle Musevilere karşı husumetleri için bazı Kuran ayetlerini de kendilerince delil getirme peşinde olurlar. Bir kısım Batılı İslam karşıtlarının da en büyük kozudur bu. Bu kişiler kendilerince Kuran’dan ayetler göstererek, Musevilerin lanetlenmiş olduklarını, “maymunlara ve domuzlara” benzetildiklerini söyleyerek Musevi düşmanlığını körüklemişlerdir. Oysa Kuran’a baktığımızda, lanetlenenler ve hayvanlara benzetilenler Musevilerin arasından çıkmış, münafıklık ve saldırganlık içinde olan müşriklerdir. Konuyla ilgili Kuran ayetlerini inceleyelim:
Maide Suresi 60. ayette, Allah’ın “aşağılık maymunlar ve domuzlar” kıldığı bir topluluktan bahsedilir. Önceki ayetlere bakıldığında bu kişilerin, “kendilerine kitap verilenlerin” yani Hristiyan ve Musevilerin arasından çıkmış bir topluluk olduğu anlaşılır:
Maide Suresi 60. Ayetin İncelenmesi:
Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kafirleri dostlar (veliler) edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan korkup-sakının. (Maide Suresi, 57)
Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır. (Maide Suresi, 58)
De ki: “Allah Katında, ‘kesinleşmiş bir ceza olarak’ bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah’ın kendisine lanet ettiği, ona karşı gazablandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tağuta tapanlar; işte bunlar, yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır.” (Maide Suresi 60)
Bu ayetlerdeki hitap Kitap Ehlinin içinden çıkmış bir topluluğadır. Fakat bu topluluğun özelliği fasıklık yapmış, “kendisinden sakındırıldıkları şeyi yapmada ısrar edip başkaldırmış”, dini alaya almış “inkarcı” bir topluluk olmasıdır. Kitap Ehli sözü, yalnızca bu ikiyüzlü insanların hangi topluluk içinden çıktığını belirtmek için kullanılmıştır.
Maide Suresi 60. ayetten hemen önceki ayetlere baktığımızda bu tanımlamaların tümünü görebiliriz. 57. ayette, “sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kafirleri dostlar (veliler) edinmeyin” ifadesiyle “sizden önce” yani Müslümanlardan önce, “kendilerine kitap verilenler” yani Musevi ve Hristiyanlardan inkarcı olan ve dini alay ve oyun konusu edinen kişilerden bahsedilmektedir. Tekrar belirtelim, burada Musevi ve Hristiyanların tamamından bahsedilmemekte, onların arasından çıkmış dinsiz, yani inkarcı aynı zamanda da saldırgan ve alaycı olan münafık bir topluluktan bahsedilmektedir. Böyle bir topluluk sadece Müslümanlar için değil, Musevi ve Hristiyanlar için de büyük bir tehdit ve beladır. Ve böyle bir topluluk onların içinden çıkabildiği gibi Müslümanların içinden de çıkabilir.
Burada ve aşağıda açıkladığımız bu konudaki tüm ayetlerde geçen inkarcı kelimesinin yanlış anlaşılmaması için şu konunun belirtilmesi gerekir: Bir insan bir dine inanabilir veya inanmayabilir. Bu konuda özgürdür ve bu kendi vicdanıyla karar vereceği bir durumdur. Bir dindar, asla dini kabul etmeyen bir kişiye kendi fikirlerini dayatamaz. Bu dayatma Kuran’da yasaklanmıştır. Hatta daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi bir Müslüman inkar eden bir insanı dahi canı pahasına korumakla görevlendirilmiştir.
Fakat o inkarcı eğer dini alay ve oyun konusu eder, dolayısıyla dindarlara ve onların değerlerine zarar vermeye çalışırsa, saygıyı ve şefkati bırakıp düşmanca davranırsa, hatta saldırganlaşırsa işte o zaman Allah’a karşı suç işlemiş olur. Dikkat edilirse buradaki ayetlerde bahsedilen inkarcılar söz konusu vasıflara sahip, haddi aşmış kişilerdir. Dindarlara zorluk çıkarmaları, eziyet etmeleri ve münafıklık yapmaları nedeniyle Allah bu kişileri maymun ve domuza benzeterek aşağılamaktadır.
Övülen Museviler
Görüldüğü gibi Maide Suresi’nin 60. ayetinin öncesi incelendiğinde aşağılanan bu topluluğun hangi vasıflara sahip olduğu anlaşılabilmektedir. Sonraki ayetler incelendiğinde ise gerçek Musevi ve Hristiyanların Kuran’a göre vasfı ortaya çıkar:
Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)
Bu ayette bir müjde vardır. Ve bu müjde Allah’a inanan ve güzel işler yapan Musevilere ve aynı zamanda Hristiyanlara yöneliktir. Buna göre Allah, Musevi ve Hristiyanlardan Allah’a kalpten inanan ve samimi olanlara hiçbir zaman korku tattırmayacağını müjdelemektedir. Bu onlara verilmiş bir cennet müjdesidir. Çünkü asla mahzun olmayacaklarına dair Allah’ın sözü vardır. Allah, onların yerini üstün tutmuştur. Allah, onlara sevgisini ifade etmektedir.
Allah ayetlerinde, Musevi ve Hristiyanlardan bir olan Allah’a kalpten inanan ve samimi olanlara hiçbir zaman korku tattırmayacağını müjdelemektedir. |
Araf Suresi 166. Ayetin İncelenmesi
Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. ‘Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında’, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında’ ise, gelmiyorlardı. İşte Biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)
Onlardan bir topluluk: “Allah’ın kendilerini helak etmek veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler. (Araf Suresi, 164)
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakaladık. (Araf Suresi, 165)
Onlar, kendisinden sakındırıldıkları ‘şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca’ onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz” dedik. (Araf Suresi, 166)
Araf Suresi 166. ayetin öncesindeki ayetlere baktığımızda doğrudan İsrailoğulları’na yönelik bir hitap olduğunu görürüz. İsrailoğulları’nın yani Musevilerin içinden çıkan bir topluluk Cumartesi yasağına uymamakta, kendilerine din adına yapılan hatırlatmaları unutup önemsememekte ve kendilerinden sakındırıldıkları şeyi yapmada ısrar edip başkaldırmaktadırlar. Dolayısıyla bu kişiler doğrudan kendi dinlerine yönelik bir inkar içindedirler. Musevi topluluğunun içinden çıkmış ve söz dinlemeyen bir toplulukturlar.
Bu ayetlere bakıldığında bir yanda samimi Musevilerin ve bir yanda da bu Musevilerin arasında bulunup söz dinlemeyen inkarcı bir topluluğun olduğu dikkat çekmektedir. Örneğin 164. ayette söz dinlemeyen bu topluluğu ısrarla uyarmakta ve doğruya çağırmakta olan Museviler vardır. Amaçları ise onları doğru yola iletmek, “bir ihtimal sakınmalarını” sağlamaktır. 165. ayette ise kötülükten sakındıran bu samimi topluluğun kurtuluşa erdiği belirtilmektedir. Aşağılananlar, söz dinlemeyen ve samimi Musevilere zorluk çıkaran inkarcılar olmuştur.
Bu ayetlerin öncesinde Allah, dosdoğru Musevileri şöyle övmüştür:
Musa’nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır. (Araf Suresi, 159)
Musa’nın kavminden, yani Musevilerden hakka ileten ve adalet yapan bir topluluğu bu güzel davranışı nedeniyle Allah övmektedir. Allah’ın bu ayeti indirmesinde çok büyük hikmetler vardır.
Samimi Musevilere bir Müslümanın bakış açısının nasıl olması gerektiğini bu ve diğer ayetler mükemmel şekilde anlatmaktadır.
Bakara Suresi 65. Ayetin İncelenmesi
Sizden misak almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki:) “Size verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın, ki sakınasınız.” (Bakara Suresi, 63)
Siz ise, bundan sonra da yüz çevirdiniz. Eğer Allah’ın üzerinizdeki fazlı (lütuf ve ihsanı) ve rahmeti olmasaydı, siz gerçekten hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. (Bakara Suresi, 64)
Andolsun, sizden cumartesi (günü) yasağı çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte Biz, onlara: “Aşağılık maymunlar olun” dedik. (Bakara Suresi, 65)
Bilindiği gibi Cumartesi yasağı (Şabat) Musevilere özel bir yasaktır. Dolayısıyla buradan ayetteki topluluğun Musevilerin içinden gelen insanlar olduğunu anlıyoruz. Bu ayetten önceki Kuran ayetlerinde, çölde bulundukları süre boyunca Hz. Musa (as)’a zorluk çıkaranlardan bahsedilir ve buradaki tarif Tevrat’taki tarifin bir benzeridir. Hz. Musa (as)’a oldukça zorluk çıkarmış olan bu topluluğun yaptıkları anlatıldıktan sonra söz konusu inkarcı topluluktan “Tevrat hükümlerini sürekli hatırlayıp ona uygun davranacaklarına” dair bir söz alındığı belirtilmekte, fakat buna rağmen bu topluluk yüz çevirmektedir. Cumartesi yasağına uymayan, yani Tevrat’a karşı gelen bu topluluk Allah tarafından aşağılanmaktadır.
Anlaşıldığı üzere bu kişiler, kendilerinden bir söz alınmasına rağmen Tevrat’a uymayan insanlardır. Yani Musevi değil, inkarcıdırlar. Nitekim yine Cumartesi yasağı konusundaki pervasızlıkları da bunu teyit eder niteliktedir. Bu kişilerin özelliği, inkarcı olmalarının yanı sıra sürekli olarak Hz. Musa (as)’a ve samimi Musevilere zorluk çıkarmış olmalarıdır. Bu nedenle aşağılanmaya layık görülmüşlerdir.
Burada dikkat çekici bir başka önemli gerçek ise, bu ayetlerden hemen önceki ayette, yine samimi Musevi ve Hristiyanların övülmekte ve ahiret için müjdelenmekte olduklarıdır:
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler(den kim) Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)
Görüldüğü gibi samimi Musevi ve Hristiyanlar Kuran’da övgüye layık görülmüşlerdir. Allah’ın sevdiğini Müslümanlar da severler. Bu zaten bir yükümlülük olması yanında kalpte oluşan doğal ve vicdani bir histir. İşte bu sebeple, Allah’ın, Kuran’da çok defa tekrarlanan bu ayetleri gereğince Müslümanlar; Musevi ve Hristiyanları sevmeli, korumalı ve onlara şefkatle yaklaşmalıdırlar. Açıkça görüldüğü üzere Allah, bu ayetlerinde samimi Hristiyan ve Musevileri, samimi Müslümanlardan ayırt etmemektedir. Bu ayet, Kitap Ehli’ne karşı tüm düşmanlıkları tamamen ortadan kaldırmaktadır.
“Lanetli Museviler” Yanılgısı
İlk olarak, “bütün Museviler lanetlidir” gibi bir yakıştırma Allah’ın adaleti ve Allah’ın yarattığı din ile kesin olarak uyuşmayan bir ifadedir. Birincisi, Musevilik hak bir dindir ve Müslümanların da bir peygamberi olan Hz. Musa (as)’a indirilmiştir. Allah Kuran’da, Museviliğin ve Musevilerin var olduğunu belirtir, samimi Musevileri över ve Kuran’a göre Müslümanları, tüm Kitap Ehlini sevmekle ve onları korumakla sorumlu tutar. Bazı Kuran ayetlerinde İsrailoğulları’na ve Kitap Ehli’ne doğrudan hitap vardır. Buna göre, Museviler ve Hristiyanlardan da Kuran okuyanlar ve Kuran’dan öğüt alanlar olacaktır. Oysa bir bağnaza göre bir Musevinin elinde Kuran bulundurması tahayyül bile edilemez.
İkincisi, tüm insanlar bu dünyaya imtihan olmaya gelmişlerdir. İmtihanlarının sonucuna göre ahiretteki konumları belirlenecektir. Allah dünya hayatının bir deneme olduğunu ayetinde şu şekilde haber verir:
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Dolayısıyla, bir Müslüman da aynı imtihana tabidir, bir Musevi de. Musevi bir ailede doğmuş dünyadan habersiz bir çocuğun lanetli olduğunu iddia etmek, Allah’ın adaletine kesin olarak aykırıdır. Bir kavmin toptan lanetlenmesi düşüncesi putperest inançlarda olan sapkın bir kavramdır. Henüz imtihan olmamış bir çocuğun ne olursa olsun lanetli olduğunu düşünmek, böyle bir adaletsizliği Allah’tan ummak (Allah’ı tenzih ederiz), Allah’ın adaletini, şefkatini, merhametini anlamamış olmak demektir. Fakat “Museviler lanetlidir” iddiasıyla ortaya çıkanlar, küçük-büyük ayırt etmeksizin bu sapkın mantığı her Museviye karşı kullanabilmektedirler. Peki bağnazlar, “Museviler lanetlidir” iddiasına Kuran’dan nasıl delil getirmeye çalışırlar?
Bakara Suresi 88. Ayetin İncelenmesi:
Dediler ki: “Bizim kalplerimiz örtülüdür.” Hayır; Allah, inkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder. (Bakara Suresi, 88)
Önceki ayetlere bakıldığında, buradaki hitabın Hz. Musa (as)’ın kavminden, yani Museviler arasından bir topluluğa yapıldığı anlaşılmaktadır. Buradaki topluluğun lanetlenme gerekçesi ise ayette çok açık şekilde belirtilmiştir: “inkarlarından dolayı”…
Buradaki topluluk, Museviliğe ihanet etmiş olan, önceki ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla peygamberleri dahi öldürecek kadar azgınlaşmış olan inkarcı bir topluluktur. Kuran’da nasıl Müslüman toplulukların içinden çıkan saldırgan inkarcılar lanetlenmişse, aynı şekilde Musevilerin arasından çıkan saldırgan, toplum düzenini ve barışını bozan inkarcılar da lanetlenmektedir. Dolayısıyla ayete göre lanetli olanlar isyankar, saldırgan, zalim inkarcılardır, Museviler veya Müslümanlar değil.
Nisa Suresi 155. Ayetin İncelenmesi
Kesin söz vermeleri dolayısıyla Tur’u üstlerine yükselttik ve onlara: “Bu kapıdan secde ederek girin” dedik ve onlara: “Cumartesinde haddi aşmayın” da dedik. Ve onlardan kesin bir söz aldık. (Nisa Suresi, 154)
Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı inkara sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür” demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkarları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisa Suresi, 155)
Önceki ayetlerde Kitap Ehlinden inkarcı bir kavim tarif edilmekte, yaptıkları tüm taşkınlıklara rağmen Allah tarafından affedilen bu topluluktan alınan söz ise Nisa Suresi 154. ayette açıklanmaktadır. Nisa Suresi 155. ayette ise bu topluluğun verdikleri sözü bozdukları, inkara saptıkları, peygamberleri haksız yere öldürdükleri bildirilmektedir. Lanetlenme sebepleri budur.
Bu ayetlerin devamında yine Musevi topluluğundan bahsedilmekte ve Allah, Musevilerden kafir olanlarla derin imana sahip olanları ayrı tutmaktadır:
Ancak onlardan (Musevilerden) ilimde derinleşenler ile mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 162)
Allah, ayette açıkça samimi olan Musevileri ayrı tutmuştur ve onlara “büyük bir ecir vereceğini” bildirmiştir. Allah’ın mükafatlandıracağını belirttiği ve övdüğü bir Musevi topluluğu, kim, nasıl lanetli kılabilir? |
Musevilerden kafir olup da azgınlıkta bulunanların hükmü başkadır. Tıpkı Müslümanların arasındaki kafir ve azgınların hükmünün başka olması gibi. Fakat Allah, ayette açıkça samimi olan Musevileri ayrı tutmuştur ve onlara “büyük bir ecir vereceğini” bildirmiştir. Allah’ın mükafatlandıracağını belirttiği, cennetle müjdelediği ve övdüğü bir Musevi topluluğu, kim, nasıl lanetli kılabilir? Allah onları övmüşken, bir insan nasıl ortaya çıkıp da “tüm Museviler lanetlidir, onların hepsini öldürmek lazım” gibi bir iddiada bulunabilir? İşte bağnazların sorunu, Allah’ı takdir edememeleri, Kuran’ı anlamamaları ve sonraki satırlarda inceleyeceğimiz konuyla ilgili uydurma hadislerin tuzağına düşmüş olmalarıdır.
Burada önemli bir noktaya tekrar dikkat çekelim: Bir insan dünyada inkarcı olabilir, fakat münafıklık yaparak fitne çıkarmadığı, dindar insanlara eziyet etmediği, mazlumlara saldırmadığı, saygılı ve dürüst bir hayat sürdüğü müddetçe daima Müslümanların koruması altındadır. Bu yine, Kuran ile Müslümanlara verilmiş bir yükümlülüktür. Fakat söz konusu ayetlerde lanetlenmiş olanlar, içinde yaşadıkları dindar topluluğa ihanet etmiş, yani münafıklık yapmış, hatta peygamberleri öldürmüş azgın kişilerdir. Allah, peygamberleri öldürmelerini lanetlenme sebebi olarak görmüş, aynı zamanda onları “ahidlerini bozan” yani ikiyüzlü şekilde münafıklık yaparak iman edenleri arkadan vuran bir topluluk olarak tanımlamıştır. Bu insanlar Hz. Musa (as) ve dindar Museviler için de tehdit oluşturmuşlardır. Yani bu inkarcı kişiler, Musevi bir topluluk içinden çıktıkları veya sadece inkar ettikleri için değil, Allah’a karşı suç işledikleri için Allah’ın Katında lanetlidirler. Aradaki bu farkın çok iyi anlaşılması gerekmektedir.
“Musevi ve Hristiyanları Dost Edinmeme” Yanılgısı
Genellikle bağnazlar ve Batıda bir kısım İslam karşıtları tarafından Musevi ve Hristiyan aleyhtarlığına delil olarak gösterilmeye çalışılan Kuran ayetlerinden biri Maide Suresindedir:
Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. (Maide Suresi, 51)
Ayette “dost” kelimesi iki defa geçmektedir. “Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin”ifadesinde geçen ve “dostlar” şeklinde çevrilen kelimenin Arapçası “evliyau”dur. Bu kelimenin gerçek anlamı, “koruyucular, kanun nazarında sorumlular, evliyalar, efendiler, sahipler, malikler” şeklindedir. “Sizden onları kim dost edinirse” ifadesinde geçen ve yine “dost” şeklinde çevrilen kelimenin Arapçası ise “Yetevellehum”dur. Bu kelimenin anlamı ise “bakımını üstlenir, hakim duruma geçer, yönetimi ele alır” şeklindedir. Arapça anlamına baktığımızda bu ayette geçen “dost” ifadelerinin gerçekte “yönetici” anlamına geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Burada Müslümanlara yasaklanan, Musevi ve Hristiyanların idaresi ve yönetimi altına girmeleridir. (Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Kuran Meali)
Buradaki hikmeti ise anlamak zor değildir. Her din, aynı tevhid inancı ve aynı temeller üzerinde olsa da her dinin kendine ait ibadet şekilleri ve hükümleri vardır. Dolayısıyla bir Musevi veya Hristiyanın yönetimi altındaki Müslümanın ibadet ve hükümlerini uygulamada zorluk çekebilme ihtimali son derece yüksektir. Böyle bir zorluğun olmaması için ayette böyle bir hüküm verilmiştir.
Ancak burada önemli bir hususu daha açıklamak gerekir: Bu ayetin hükmü Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı yerler için geçerlidir. Müslüman ülkelerde devlet idaresinde bir çok üst makamda farklı dinlerden ve inançlardan insanlar bulunur ve bulunmalıdır. Örneğin Osmanlı döneminde bir çok Hristiyan ve Musevi sadrazamlık yapmış, Osmanlı ordusu çoğu zaman Ermeni paşalara emanet edilmiştir. Ancak ayette vurgulanan durum çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda tek kanun koyucu ve düzen sağlayıcının farklı dinden bir kişi olmaması ve tüm Müslüman halkın o tek kişiye emanet edilmemesidir, ki bu toplumun inanç ve düzeninin korunması için barışcıl ve gerekli bir hükümdür. Bununla birlikte, bir Müslüman çoğunluğu Hristiyan, Musevi veya farklı inançtan olan kişilerin olduğu bir toplumda yaşıyorsa elbette o ülkenin yönetimine, kanunlarına saygılı olmakla, yaşadığı toprakların devletine sadakat göstermekle, her vatandaş gibi görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Cizye ve Savaş Konusunda Yanlış Bilinenler
Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın. (Tevbe Suresi, 29)
Gerçek İslam’ı yanlış tanıyanlar genellikle yukarıdaki ayette geçen cizye (bir tür vergi) verme zorunluluğunun sadece Kitap Ehli’ne ait olduğunu iddia eder ve bunun Müslüman olmayanlara yönelik haksız bir uygulama olduğunu savunurlar. Ayette geçen “cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın” hükmünden de Kitap Ehli eğer İslam’a dönmezse ve cizye vermezse onlarla savaşmak gerektiği hükmünün çıktığını iddia ederek Kuran’ı ve İslam’ı sorgularlar (Kuran’ı ve İslam dinini tenzih ederiz).
Oysa burada ciddi bir yanlış anlaşılma vardır.
İlk olarak şunu belirtmek gerekir: Cizye bir vergi türüdür. Vergi bir ülkede yaşayan her insan için geçerli bir yükümlülüktür. Yani kişi Müslüman bir ülkede yaşıyorsa Müslüman olsun olmasın, dini ayırt edilmeksizin, vergiye tabidir. Müslüman ülkede Müslümandan vergi alınmaz fakat Kitap Ehli’nden vergi alınır gibi bir ayırım yoktur. Vergi her yurttaşın sorumluluğudur.
Cizye ile ilgili konuda ise bizim için geçerli olan, söz konusu hükmün tarihte Müslüman devletler tarafından nasıl uygulandığı değil, Kuran’da nasıl geçtiğidir. Tevbe Suresi 29. ayette geçen hükmü incelediğimizde karşımıza çıkan gerçek ise şudur:
Ayette belirtilen kişiler “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenler” yani Hristiyan ve Musevilerin arasından çıkmış olup Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, dini ve peygamberleri tanımayan kişiler, yani inkarcılardır. Daha önce de çok kez belirttiğimiz gibi, her insan iman edip etmemekte özgürdür. Kuran, dinde zorlamayı yasaklamıştır. Bir Müslüman, herkese olduğu gibi bir inkarcıya da saygı duymak ve Tevbe Suresi 6. ayete göre onu korumakla yükümlüdür. Kuran’a göre inkar eden bir insanı suçlu yapan unsur ise saldırgan olması, dindarlara karşı mücadele vermesi ve fitne çıkarmasıdır. İşte bu bölümde ele aldığımız Tevbe Suresi 29. ayette de söz konusu inkarcı topluluğun bu özelliğine dikkat çekilir. Bu kişiler ayete göre “Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan” kişilerdir. Dolayısıyla hiçbir yasağı dinlememekte, bozgunculuk çıkarmakta ve saldırganlık göstermektedirler.
Şimdi bir düşünelim: Müslüman idare altındaki devlet içinde Müslümanlar ve gayri Müslimler ve hatta puta tapan paganlar bir arada huzurla yaşamaktadırlar. [Peygamberimiz (sav)’in idaresi altındaki tüm şehir devlet yapılanmalarında bu şekilde olmuştur. Medine Vesikası dahil olmak üzere Peygamberimiz (sav)’in belirlediği tüm anlaşmalar, devletin her ferdine eşitlik getiren ve onların tüm haklarını koruyan mükemmel demokratik anayasalardır.] Fakat o devletin yurttaşları arasında inkarcı olmasının yanında sürekli olarak yasakları delen, haram olanı haram saymayıp yaygınlaştıran dolayısıyla toplumları dejenerasyona sürüklemeye yeltenen, dindar topluluklara karşı saldırganlaşan, toplum içinde huzursuzluk çıkaran, devletin kendilerine sunduğu tüm nimetlerinden, tüm imkanlardan faydalanmalarına karşın devletin kendi kanunlarına başkaldıran bir topluluk bulunmaktadır. Müslüman bir devlet yönetimi altında rahatları yerindedir, her anlamda iyi bakılmakta ve kollanmaktadırlar; fakat buna rağmen hem fitne çıkararak büyük bir suç işlemekte, hem de hiçbir fayda getirmedikleri gibi devlete mesuliyetleri olan vergiyi de ödememektedirler. Toplum içinde anarşi çıkartmakta, terör eylemleri gerçekleştirmekte, aynı toplum içinde yaşayan diğer insanların ve özellikle de dindarların canlarına kastetmektedirler. Bu şartlar meydana geldiğinde, yaptıklarından pişman olup devlete karşı boyun eğdiklerini göstermedikleri sürece böyle bir toplulukla savaş kaçınılmazdır.
Tevbe Suresi 29. ayet, toplum içindeki bu bozguncu ve anarşist kesime işaret etmektedir. Bu insanlar sadece Müslüman devlet idaresindeki Müslümanlar için değil, o toplumdaki Hristiyanlar ve Museviler için de büyük birer tehlikedir. Dolayısıyla onlara karşı güç kullanımı ile fitnelerinin sona erdirilmesi, o toplumda yaşayan Musevi ve Hristiyanların rahat yaşaması için de gereklidir. Söz konusu inkarcı ve fitneci toplulukların Hristiyanlardan, Musevilerden veya Müslümanlardan çıkmış olması bir ölçü değildir. İnkarcı zaten dini terk etmiş olan kişidir; dolayısıyla Müslümanlar veya Ehli Kitap ile eş tutulamaz. Burada söz konusu fitneci topluluklarla “onlar cizye verinceye kadar savaşılması”, cizye verdiklerinde devletin hakimiyetini kabul ettiklerinin bir göstergesi olduğu içindir. Açıktır ki bundan sonra, devletin kanunlarına aykırı davranmayacak, bozgunculuğa yeltenmeyecektir.
“Tek Din İslam’dır” İfadesi Neyi İfade Eder?
Hiç şüphesiz din, Allah Katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki “kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 19)
İslam dininin mahiyetini ve içerdiği anlamı bilmeyenler, genellikle bu ayeti, Hristiyanlık ve Museviliğin reddi olarak algılamakta ve büyük bir yanılgıya düşmektedirler. İslam, kelime anlamı olarak teslim olmak demektir. İslam, Hz. Muhammed (sav) ile başlayan bir din değildir. Hz. Adem’den itibaren tüm Peygamberler İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Yani İslam, Hz. Adem (as) ile başlamıştır. Ayette belirtildiği gibi, Hz. İbrahim (as) bir Müslüman’dır:
İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir Müslümandı, müşriklerden de değildi. (Al-i İmran Suresi, 67)
Tüm kutsal dinler İbrahimi dinlerdir. Hz. İbrahim (as)’dan bu yana gelen söz konusu dinler temelinde İslam olarak anılırlar. Yani Hz. Musa (as)’ın zamanında yaşanan din de, Hz. İsa (as) zamanında yaşanan din de Hz. İbrahim (as)’in dinidir.
Hak dinlerin iman esasları daima aynı kalmıştır. Bunun nedeni gerçekte tek bir dinin yaşanmasıdır. Zaman içinde farklı peygamberler ile farklı şeriatler gelmiş, uygulamalar değişmiştir. Allah, insan topluluklarına farklı şeriatler gönderildiğini ayetinde şu şekilde belirtir:
…Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir… (Maide Suresi, 48)
Şeriatlar farklılaşsa da, Hz. İbrahim (as)’ın hanif dini daima aynı esaslar üzerindedir. Bu esaslar, Hz. Adem (as)’dan beri değişmemiştir; İncil ve Tevrat’ın ilk indirildiği hükümlerinde de, Kuran’da da aynıdır.
Yanlış Bilinen Bir Başka Kavram: Takiye
Takiye, “korunmak, saklanmak” anlamlarına gelen bir kelimedir. Kuran’da bu ifade ayette şu şekilde geçer:
“Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkara sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkara göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır…”(Nahl Suresi, 106)
Bu ayette özel bir durum tarif edilmektedir: Kişi, iman etmiş olmasına rağmen baskı altındadır ve bulunduğu zor durumdan kurtulabilmek için, geçici olarak Allah’ı inkar ettiğini söylemesi veya imanını gizlemesi durumu söz konusudur. Kuran’a göre takiyenin bunun dışında bir anlamı yoktur.
Oysa takiye, şu anda bir kısım hurafeci İslam anlayışına sahip kişiler tarafından farklı uygulanmakta, bir kısım İslam karşıtları tarafından da yanlış anlaşılmaktadır. Hurafeci İslam anlayışına sahip bir kısım kişiler, takiyeyi, bütün hayatlarına hakim olması gereken bir ikiyüzlülük metodu olarak kullanmaya kalkmakta, hiçbir hayati tehlike söz konusu olmadığı durumlarda dahi İslam dışı uygulamalara rahatlıkla girebilmekte ve mevzu hadisler neticesinde düşman olarak addettikleri kişilere rol icabı dostmuş gibi davranmaktadırlar.
Bir kısım İslam karşıtları veya radikaller nedeniyle İslam’a şüpheyle bakanlar ise bunu genele vurup, hiçbir Müslümanın barış ve sevgi yönündeki söylemlerine inanmamak gerektiğini, nihai ve büyük bir savaş için tamamının rol yaptığını iddia ederler. Onlar, söz konusu Müslümanlar tarafından Kuran’da geçen takiyenin bu şekilde uygulandığını ve aslında savaşı sabırsızlıkla bekleyen Müslümanların rol gereği birer barış ve sevgi elçisi gibi davrandıklarını öne sürerler. Dolayısıyla bu kişilere göre, sevgi ve barıştan söz eden her Müslüman aslında yalan söylemektedir.
Burada elbette iki tarafın da en büyük sorunu Kuran’dan habersiz olmalarıdır.
Öncelikle Kuran’da geçen takiye kelimesinde önemli bir şart vardır: “kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç”… Ayette belirtilen takiye için şart, kişinin baskı veya tehdit altında, yani zor bir durumda olmasıdır ve baskıdan kurtulmak için imanını gizlemesidir; husumetini veya düşmanlığını değil. Yüce Allah Kuran’da Firavun’un ailesinden olup imanını gizleyen bir kişiyi haber vermektedir:
“Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir adam şöyle dedi: Siz bir adam ‘Rabbim Allah’tır diyor,’ diye öldürecek misiniz…” (Mümin Suresi, 28)
İmanını gizleyen bu kişi açık bir tehlike içindedir. Firavun gibi dönemin en zalim hükümdarının yanında yaşamakta ve ölüm tehdidi altında olması nedeniyle imanını gizlemekte yani takiye yapmaktadır. Bu durum tam olarak Kuran’daki takiye şartının yerine getirildiği bir durumdur. Bu kişi, ciddi bir tehdit altında bulunmasından dolayı, iman etmiş olmasına rağmen bunu gizlemektedir. Takiyenin Kuran’a göre uygulaması sadece ve sadece bu şekildedir.
Şu anda bir kısım hurafeci zihniyetlerin takiye adı altında uygulamaları ve bu uygulamaları İslam’a uygun zanneden bir kısım İslam karşıtları, Kuran’dan uzak oldukları için barış ve sevginin de önünü tıkamaya yeltenmektedirler. Takiyenin Kuran’dakinden farklı algılanması ve uygulanması dünyaya hali hazırda dehşet getiren savaş ve çatışma ortamını bir nevi desteklemektedir. Bunu yaparak insanlara, asla barışın gelmeyeceği telkini verilmekte, kitle katliamlarının, dehşet senaryolarının devam edeceği söylenmektedir.
Bu anlayış Kuran’a aykırı olduğu gibi mantığa da aykırıdır. Düşünün ki bir Müslüman, Allah rızası için bütün hayatını barışa, kardeşliğe, insanları dost edinmeye adayacak, bunun için savaş yanlılarından, radikallerden tehditler alacak, hayatını tehlikeye atacak, İslamofobinin yıkıcı etkisini göze alarak Hristiyanları ve Musevileri dost olmaya ikna edecek, bu dostluk için vaktini, parasını, imkanlarını ve gençliğini harcayacak… Sonrasında ise bin bir güçlükle bir araya getirdiği ve tüm zorluğuna rağmen aralarında sevgi birliği kurduğu insanları aniden katletmeye karar verecek! Bu oldukça sapkın bir bakış açısıdır. Bir insan eğer şeytani fikirliyse ve insanları katletmeyi aklına koyduysa, bunun için ortam ve imkan bulmakta kuşkusuz zorlanmamaktadır. Bu şeytani fikrini zaten her şartta uygulayabilir. Eğer bunu din adına yapacaksa zaten dini kendilerince kullanıp katliamlar yapan kişiler çok uzakta değiller.
Müslüman hayatını bir yalanla yaşamaz, bu haramdır. Gerçek bir Müslüman hayatını daima Kuran’a göre yaşar. Kuran ayetleri ışığında Müslümanlar, bu dünyaya sevgiyi getirmekle sorumlular (Meryem Suresi, 96), tüm dünyada barışı sağlamakla yükümlüler (Bakara Suresi, 208), birlik ve beraberliği sağlamakla sorumlulardır (Enfal Suresi, 73). İnkar edenleri bile koruyup, gerekirse bunun için kendilerini riske atmakla emrolunmuşlardır (Tevbe Suresi, 6). Kuran’da özel bir yeri olan Kitap Ehli ile ise kardeş, dost, yakın arkadaş olmakla sorumludurlar. Onları katletmek için değil, onları zorla kendi dinlerine döndürmek için değil; onları sevdikleri için, Allah’ın emri olduğunu bildikleri için, hep birlikte “Allah birdir” dedikleri için onları kucaklamakla sorumludurlar. Takiye kavramını sahtekarca kullanıp Müslümanlığı savaş dini gibi göstermeye çalışanlar sinsi planlarında başarılı olamayacaklardır. Çünkü sinsi plan daima bozulmuş olarak kurulur. Tüm savaş senaryolarına rağmen, üç dinin temsilcileri bu dünyaya barışı hakim edecekler. Çünkü Allah mutlaka hakkı galip kılar, sevgi ve barışı ister. İnsanlığı ve tüm kainatı sevgi üzerine yaratmıştır.
Kuran’dan bağnazların ve İslam karşıtlarının Musevi karşıtlığına delil olarak getirmeye çalıştıkları Kuran ayetlerinin gerçek açıklamalarını gördük. Şimdi, bağnazların Musevi karşıtlığını empoze etmek için kullandıkları ve kayıtsız şartsız inandıkları mevzu hadisleri açıklayalım:
Hristiyan ve Musevilerle İlgili Mevzu Hadisler ve Kuran’a Göre Açıklamaları
“Musevi ve Hristiyanları Dost Edinmeme” İddiası
Atiyet el -Kuraziy dedi ki: “Kurayza savaşı günü Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem tenasül bölgesi kıllanmış her Yahudinin öldürülmesini emretti. Ben o zaman henüz kıllanmamıştım. Benim durumumu Rasulullah’a arz ettiler. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem beni bıraktı.” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban)
Bu mevzu hadisle, ergenlik yaşına gelmiş olan her Musevinin katledilmesi emri verilmiş olmaktadır. İslam dini, haksız yere can almayı en büyük suç sayan, samimi Musevileri büyük bir ecirle müjdeleyen, sevgi ve şefkati öğütleyen bir dindir. Bir insanın “hiçbir suçu yokken” –suçlu olsa bile kişiyi affetmek esastır– sırf Musevi olduğu için ergenlik yaşına geldiğinde öldürülmesi asla İslam gibi bir barış dininin hükmü olamaz. Kuran’da elbette ki böyle bir hüküm yoktur; böyle bir izah Kuran’a ve Yüce Rabbimiz’in bu güzel dinine bir iftira niteliğindedir. Bu Kuran’a göre bir cinayet, bir katliamdır. Samimi olup cehalet nedeniyle inanmadığı sürece, böyle bir sahte hadisi hüküm olarak alıp uygulayan bir kişi Müslüman değil katildir. Allah samimi Musevileri överken, onların kayıtsız şartsız katledilmesini emreden bir hükme inanıyor olmaları, bağnazların cehaletlerinin boyutunu göstermektedir.
Allah samimi Musevileri Kuran’da överken, bağnazlar, Musevilerin kayıtsız şartsız katledilmesini emreden bir hükme inanırlar. |
“Müslümanların Günahlarının Musevilere Yüklenmesi”
“Kıyamet günü Müslümanlar üzerlerinde dağlar gibi günahlarla gelecekler, Allah (c.c) onlardan bunların tümünü bağışlayacak, Yahudilerin üzerine yükleyecektir.” (Ramuz el-Hadis )
Bu sahte hadise Kuran ile cevap verelim:
Üzerlerinde dağlar gibi günahlarla gelen tüm Müslümanlar kendi günahlarıyla, tüm Museviler de kendi günahlarıyla sorguya çekileceklerdir. Hiç kimse, kendi üzerindeki günahı bir başkasına yükleyemeyecek, sadece kendi günahlarıyla sorguya çekilecektir. Allah Kuran’da bunu açıkça bildirmiştir:
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez... (İsra Suresi, 15)
Bir başka Kuran ayetinde Allah, kendi günahını bir suçsuza yüklemeye çalışanın hükmünü de açıkça belirtmiştir:
Kim bir hata veya günah kazanır da sonra bunu bir suçsuza yüklerse, gerçekten o, böyle bir yalan (bühtan)ı ve apaçık bir günahı yüklenmiştir. (Nisa Suresi, 112)
Her insan ahirette kendi amelinden sorumlu olacaktır. Allah’ın bildirdiği gibi, “Allah’a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.” (Bakara Suresi, 281) ayeti gereği kimse ahirette haksızlığa uğratılmayacaktır. Kimse ahirette, Rabbimiz’in Katında, “benim günahlarımı o yüklendi, o yüzden günahsızım” diyemeyecek, dünyada pervasızca yaşadığı bu aldatıcı zihniyeti orada zikredemeyecektir. Çünkü aslında vicdanen bu iddianın bir sahtekarlık olduğunu herkes bilir.
“Yemeklerin Museviler Yüzünden Bozulduğu” İddiası
“Eğer İsrailoğulları olmasaydı, yemekler ekşimez, etler kokmazdı.” (Cami-üs Sağir)
Mevzu hadislerin nasıl bir zihniyetten çıktığını anlamak ve uydurma olduklarını kanıtlamak için bu sahte hadis oldukça önemli bir delildir. Kitabın başından beri bahsettiğimiz mevzu hadisler işte bu zihniyetin ürünüdür. Eğer Museviler yeryüzünde olmasa yemeklerin bozulmayacağını, etlerin kokmayacağını iddia eden bir zihniyetten kadınlara, hayvanlara, sanata ve tüm sosyal hayata yönelik ürkütücü yorumların çıkması elbette ki sürpriz olmaz. Söz konusu mevzu hadis, aynı zamanda Musevilerle ilgili aşağılayıcı ve düşmanca hadislerin de uydurma ve sahte olduğunun önemli bir delili niteliğindedir. Kuran’da adı geçen, övülen ve Hz. Musa (as)’ın soyu olan bir topluluğun varlığının, yemeklerin ekşimesine ve etlerin kokmasına neden olduğunu anlatan bir inanç sistemi, kuşkusuz ki kesin olarak bir hak dine ait olamaz. Ayrıca Rabbimiz’in, Kuran’da Maide Suresi 5. ayette Müslümanlara; Musevi ve Hristiyanların yemeklerini helal kıldığını da hatırlatmak gerekir. Burada karşımıza çıkan Kuran’ın zihniyetinden farklı ve kuşkusuz ki bağnaz bakış açısıdır. Karşımıza çıkan derin mantık çöküntüsü, bağnazların bozuk mantıklarını bir bütün olarak izah etmek için yeterlidir.
Kuran’da adı geçen, övülen ve Hz. Musa (as)’nın soyu olan bir topluluğun varlığının, yemeklerin ekşimesine ve etlerin kokmasına neden olduğunu iddia eden bir inanç sistemi, kuşkusuz ki kesin olarak bir hak dine ait olamaz. |
“Arap Topraklarında İki Din Kalmasın” İddiası
“Resullah’ın son sözlerinden biri, (Allah, Yahudi ve Hristiyanları helak etsin. Arap topraklarında iki din kalmasın) idi.” (Beyheki)
Söz konusu uydurma hadis, yine, Peygamberimiz (sav)’e büyük bir iftiradır. Yüce Allah Kuran’da Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin varlığını belirtmiş ve Kuran’ın bu iki hak dini doğrulayıcı olarak gönderilmiş olduğunu haber vermiştir. Kuran, bu iki dinin hükümlerini yürürlükten kaldırmamakta, o dinleri doğrulamaktadır. Kuran’da çok fazla ayette bu önemli bilgi verilmiştir, bu ayetlerden biri şu şekildedir:
O, sana Kitab’ı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti. (Al-i İmran Suresi, 3)
Yine Kuran, yeryüzünde Musevi ve Hristiyanların bulunacağını ve yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz gibi bunlardan bir kısmının, samimi ve Allah’ın seçkin kıldığı bir topluluk olduğunu belirtmektedir. Allah, Kuran’da Müslümanlara, Hristiyan ve Musevilerle evlenmeyi, onların sofrasında yemek yemeyi helal kılmıştır (Bu konu birazdan detaylı açıklanacaktır). Ayrıca Yüce Rabbimiz, Müslümanlara sevgi bakımından en yakın olanların “Hristiyanlar” olduğunu belirtmektedir. Allah’ın övdüğü, mükafatlandırdığı, varlığından haber verdiği bu topluluklar varken, “Allah Yahudi ve Hristiyanları helak etsin” ifadesinin Peygamberimiz (sav)’in sözü olmadığı açıktır. Bunu Peygamberimiz (sav)’in sözüymüş gibi yaygınlaştıranlar, bu büyük iftiranın vebalini üstlenirler. Söz konusu sahte hadis, Kuran’da Kitap Ehli ile ilgili övücü hükümlerle ve Peygamberimiz (sav)’in Kitap Ehli’ne yönelik uygulamalarıyla tamamen yalanlanmaktadır. Konuyla ilgili Kuran ayetlerine ve Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarına birazdan değineceğiz.
Arap toprakları üç dinin birlikte yaşandığı, üç dinin Peygamberimiz (sav) tarafından korunduğu mübarek topraklardır. Allah’ın varlığından haber verdiği ve övdüğü Hristiyanlar ve Museviler varken, Peygamberimiz (sav)’in “Allah onları helak etsin” gibi bir söz söylemeyeceği açıktır. Mevzu hadisler, Peygamberimiz (sav)’e birer iftiradır. |
Hakaret Olarak “Ey Yahudi”, Sevap Olarak “Yahudi’ye Lanet”
“Bir adam başka bir adama (Ey Yahudi) dediği zaman ona 20 sopa vurunuz.” (Tirmizi)
“Kim ki, fakire verecek paraya sahip değildir, Yahudi’ye lanet etsin, aynı sevabı kazanır.” (Deylemi, İbn-i Adiyy)
Yine bu mevzu hadislerde de “Yahudi” ifadesi bir hakaret gibi gösterilmeye çalışılmış, Museviye lanet etmek sevap olarak kabul edilmiş ve Musevi nefreti bu yolla yaygınlaştırılmak istenmiştir. Bağnazların neden bu kadar farklı bir din yaşadıkları açıktır. Samimi Musevilerin ahirette mükafatlandırılacaklarını belirten, samimiyetlerini öven Kuran, bu insanların dünyasından tamamen uzaktır.
Musevi ve Hristiyan nefretinin kaynağı, bu saçmalıkların yaydığı zihin çöküntüsüdür. Bağnazlık konusundaki şikayetlerini İslam karşıtlığı şeklinde yaygınlaştırmaya çalışanların dikkat vermesi gereken en büyük konu işte budur. Gerçek İslam’a ve samimi Müslümanlara cephe aldıklarında, bağnazlığın zihniyetini ortadan kaldıracak tek büyük silahı yok etmeye çalışmakta böylelikle de kendilerine dönecek bir felaketi hazırlamaktadırlar.
“Yolun Dar Tarafına Sıkıştırın”
Kendisini Müslüman olarak gören bir kişi, bir hadisten yola çıkarak “ağaç bana emir verdi” deyip ağacın arkasındaki Museviyi vuruyorsa, öldürülen Musevi cennete gidebilir ama kendisi tevbe etmediği sürece ahirette cinayet işlemiş olmanın günahıyla cezalandırılır. |
“Ebû Hüreyre ra’dan Peygamber sav’den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlullah sav: ‘Yahudilerle Hristiyanlara (rastladığınızda) evvelâ siz selâm vermeyin. Onlardan birine bir yolda rast gelirseniz kendisini yolun dar tarafına sıkıştırın’;buyurmuşlardır.” (Muslim, Buluğu’l Meram cilt 4, CİHÂD BAHSİ, Cizye Ve Hüdne Babı»1335/1125- ([246]))
Sevgiyi, nezaketi ve en başta Kitap Ehli’ne yönelik korumacılığı öğreten hak bir dinin hükümlerine karşı uydurulmuş bu hadis ciddi bir vahşilik ve yine Peygamberimiz (sav)’e yönelik bir iftiradır. Kuran’ın hükümlerine uygun olarak, Musevi ve Hristiyanlara karşı müthiş bir şefkat ve sevgi göstermiş olan Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarına tamamen ters bir mantık bu mevzu hadiste Peygamberimiz (sav)’in dilindenmiş gibi anlatılmaktadır.
“Yahudi Ağacı Gargat”
“Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek ‘Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır.’ diyecek. Sadece ‘gargat’ ağacı bunu söylemeyecek çünkü o Yahudi ağacıdır” buyuruluyor. (Kitab-ul Fiten H. 2239)
Musevi karşıtlığı konusunda belki de en yoğun olarak kullanılan hadis, gargat ağacı ile ilgili olan bu sahte hadistir. Bu hadise göre taşın veya ağacın arkasına bir Musevi saklandığı takdirde öldürülmelidir. Bu zafiyet içindeki mantığa göre söz konusu Musevi günahsız bir masum olabilir, Musevi bir çocuk olabilir, dindar, sevgi dolu bir insan olabilir. Yine söz konusu sahte hadise göre, ağacın arkasında vasfı ne olursa olsun bir Musevi saklandığında taş ve ağaç bir şekilde bunu Müslüman bir kişiye haber vermekte ve o Musevi de ne olursa olsun mutlaka öldürülmektedir. Küçük bir çocuk olsa bile…
Oysa bu, Kuran’a göre cinayettir. Kendisini Müslüman olarak gören bir kişi mevzu hadislere inanıp da, “Ağaç bana emir verdi” deyip ağacın arkasındaki Museviyi vuruyorsa, öldürülen Musevi cennete gidebilir ama kendisi tevbe etmediği sürece ahirette cinayet işlemiş olmanın günahıyla cezalandırılır. Üstelik bu, öylesine dehşet verici sistemdir ki, böyle bir uydurmaya inananlar kolaylıkla “taş bana emir verdi” veya “ağaç bana haber verdi” gibi sahtekarlıklarla ortaya çıkabilir ve rahatlıkla katliam yapabilirler. Nedeni sorulduğunda, taştan gelen emri öne sürebilirler. Böylesine sahtekarca bir sistemde onları sorgulayabilen de olmayacaktır. Zaten sistemleri Kuran’a göre işlememektedir. Kendi sistemleri, öldürmeyi, aşağılamayı, bir kenara sıkıştırmayı mübah gören bir sistemdir. Oysa Allah Kuran’da onların bu sahtekarca sistemlerini aşağılamaktadır:
Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var? Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı. (Saffat Suresi, 154-157)
Şimdi, Museviler ve Hristiyanlarla ilgili uydurulmuş olan bu hadislerin Kuran’la ve Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarıyla nasıl yalanlandığını görelim:
Kuran’da Kitap Ehli’ne Verilen Değer
Müslümanlar Kitap Ehli ile evlenebilirler, onların yemekleri Müslümanlara, Müslümanların yemeği onlara helaldir. |
Müslümanlar Kitap Ehli ile evlenebilirler, onların yemekleri Müslümanlara, Müslümanların yemeği onlara helaldir:
Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. (Kendilerine) kitap verilenlerin (Musevi ve Hristiyanların) yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden (Musevi ve Hristiyanlardan) özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı.) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)
Bu ayet, çok çeşitli ve önemli detaylarla Kitap Ehli’nin Müslümanlar için değerini anlatan bir ayettir. Bu ayetin hükmüne göre bir Müslüman erkeğe, Kitap Ehli’nden bayanlar ile evlenebilme yetkisi verilmiştir. Buradaki yetki önemli bir yetkidir, çünkü Kuran’ın “Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır)…” (Nur Suresi, 26) emri gereği Müslümanlar temiz ve iyi insanlarla evlenmekle yükümlüdürler. Bu hüküm ile Musevi ve Hristiyanların temiz ve iyi insanlar olduklarının önemli bir işareti verilmiş olmaktadır.
Bununla birlikte bu ayet ile belirtilen önemli bir ölçü vardır. Bir Müslüman, Musevi veya Hristiyan bayanı eşi olarak almakta, ona “karım, eşim, sevgilim” diye hitap etmekte, onunla bir aile kurmakta, bütün ömrünü onunla birlikte geçirmekte, hatta ahirette de sonsuz hayatını onunla birlikte geçirmeye niyetlenmektedir. Bu insan, bütün dünya hayatı boyunca tüm zorlukları, güzellikleri paylaştığı yegane insan haline gelmektedir. Hastalandığında ikisi birbirine bakmakta, ikisi birbirine güvenmektedir.
Bağnazların ölçüsüne göre, bir insan “sevgilim” dediği, hayatını birlikte geçirdiği, kendi canını emanet ettiği, kendi çocuklarının annesi olan bir insana Hristiyan veya Musevi olduğu için aniden düşman kesilecek, onu lanetli mi ilan edecektir? Bütün hayatını onunla geçirdikten sonra günün birinde “şu ağaç bana haber verdi, karım bir Musevi ve onun arkasında saklanıyor” deyip onu katletmeye mi karar verecektir? Bir insan bunu ancak bir zihinsel bozukluğa sahipse yapabilir. Kuran’a uyan, aklı başında bir Müslüman için Musevi ve Hristiyana sevgi ölçüsü bu ayettedir.
Ayette ayrıca Müslümanlara önemli bir yetki de verilmektedir: Kitap Ehli’nin yemeğinden yeme yetkisi. Bu önemli bir ölçüdür, çünkü bilindiği gibi Müslümanlar yiyecekleri yemeklerde belli haramlara dikkat etmek zorundadırlar; domuz eti ve Allah adına kesilmemiş bir hayvan eti Müslümanlar için haramdır. Musevi ve Hristiyanların yemeklerinin Müslümanlara helal kılınması, bu kişilerin güvenilir olduğunun bir güvencesidir. Aynı ölçü Musevi ve Hristiyanlar için de geçerlidir ve ayetin hükmüne göre Müslümanların yemekleri de onlara helal kılınmıştır.
Burada ayrıca bir başka dostluk ifadesine de dikkat çekmek gerekir. Kitap Ehli ve Müslümanlar aynı yemek ortamında bir arada bulunabilmekte, birbirlerinin misafiri olabilmekte, aynı sofrada oturabilmekte, birbirlerini ağırlayabilmektedirler. Burada bir dost ilişkisinin tarifi yapılmaktadır. Kine, öldürmeye dayalı bir nefret ortamı değil, bir sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamı tarif edilmektedir.
Bu ayette geçen hükümler bir bağnazın asla yanaşmayacağı ve asla kabul etmeyeceği hükümlerdir. Kuran ile verilmiş bu ehliyet bağnazların dünyasında hem haram ve hem de dehşetli bir senaryodur. Kitap Ehli’nden bir insanla evlenilebileceği veya onun misafiri olarak onun sofrasından yemek yiyebileceği ihtimali bir bağnaza sorulsa, bunu öfkeyle reddedecektir. Açıktır ki bağnazların hükümleri Kuran’dan değildir çünkü hüküm koyucunun Kuran olduğunu kabul etmemektedirler.
Musevi ve Hristiyanların yemeklerinin Müslümanlara helal kılınması, bu kişilerin güvenilir olduğunun bir güvencesidir. Aynı ölçü Musevi ve Hristiyanlar için de geçerlidir ve ayetin hükmüne göre Müslümanların yemekleri de onlara helal kılınmıştır |
Kitap Ehli’nin konumunu anlatan sadece bu ayet değildir. Allah Kuran’da bir kısım Kitap Ehli’ni övmektedir. Konuyla ilgili ayetler şu şekildedir:
Musa’nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır. (Araf Suresi, 159)
Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)
Şüphesiz, Kitap Ehli’nden, Allah’a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah’a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah’ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)
Bu (Kur’an)dan önce, kitap verdiklerimiz buna inanmaktadırlar. Onlara okunduğu zaman: “Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimiz’den olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de Müslümanlar idik” derler. (Kasas Suresi, 52- 53)
Ancak onlardan (Yahudilerden) ilimde derinleşenler ile mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 162)
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler(den kim) Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)
Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)
…Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Hristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Elçiye indirileni dinlediklerinde Hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz. Hem Rabbimiz’in bizi salihler topluluğuna katmasını umarken ne diye Allah’a ve bize Hak’tan gelene inanmayalım?” Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır. (Maide Suresi, 82-85)
Andolsun, Allah İsrailoğulları’ndan kesin söz (misak) almıştı. Onlardan on iki güvenilir- gözetleyici göndermiştik. Ve Allah onlara: “gerçekten Ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup-desteklerseniz ve Allah’a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır.” (Maide Suresi, 12)
Ayetlerde çok açıkça anlaşılabildiği gibi salih ve samimi olan Musevi ve Hristiyanlar, Kuran’da güzel sözlerle övülmekte ve Allah’tan bir mükafatla müjdelenmektedirler. Allah bu kişileri, cennetine alacağını belirtmektedir. Bu Allah’ın bu insanlara sevgi ifadesidir. Allah’ın sevdiği, cennetinde ağırladığı, razı olduğu bir insana, bir Müslüman nasıl düşman olabilir? Kuran’a göre olamaz. Kuran’a göre böyle bir düşmanlık suçtur. Dolayısıyla bağnazlar, Kuran ayetlerine rağmen sahte hadisleri kendilerine yol gösterici olarak alarak, Kitap Ehli düşmanlığını yayarak, İslam’a göre suç işlemektedirler.
Müslümanların Kitap Ehli’ne Daveti
İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehli’yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da Birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46)
De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.” (Al-i İmran Suresi, 64)
Bu ayetlerde görüldüğü gibi, Müslümanların görevi Kitap Ehli’ni kötülemek, köşeye sıkıştırmak, onlara kin duymak, hatta onları öldürmek değil; onları sadece güzellikle Allah’ın birliğine çağırmaktır. Tevhid inancı, her üç dinde de temel inançtır. Müslümanlar, Kitap Ehli ile görüşüp konuşmakta, onlara tebliğde bulunmakta, onları Allah’ın Birliğine ve indirilen Hak kitapların tümüne inanmaya çağırmaktadırlar. Aralarında bir bağlantı, bir tebliğ, bir dostluk vardır. Kuran’a göre bir Müslüman, bir Musevi veya Hristiyanı gördüğünde köşeye sıkıştırıp itip kakmakla değil, onunla en güzel şekilde konuşmak ve yine onu güzellikle Allah’ın birliğine çağırmakla yükümlüdür.
Müslümanların Kitap Ehli’ne Adaletli Tavrı
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Daha önce açıkladığımız gibi, Musevi, Hristiyan veya Müslüman, her ne topluluktan gelirse gelsin, din konusunda iman edenlerle savaşan, zorluk çıkaran, öldürmeye yeltenen, iman edenleri yaşadıkları yerlerden sürmeye yönelen azgın insanlar daima Kuran’da yerilmekte ve aşağılanmaktadırlar. Fakat bunun dışında kalan, yani zulmetmeyen topluluğa karşı Müslümanlar mutlaka adaletli davranmakla yükümlüdürler. Kimi zaman adalet, insanın kendi aleyhine de davranmasını gerektirebilir. Kendi aleyhine dahi olsa adaleti ayakta tutabilmek erdemdir. Müslümanlar, işte bu erdemi Allah’ın bir emri olarak yerine getirirler. Bu yükümlülük, bir başka ayette şu şekilde belirtilmiştir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun… (Nisa Suresi, 135)
Bu hüküm gereği Müslümanlar, kimi zaman kendi haklarını bir kenara bırakarak Musevi ve Hristiyanların haklarını hatta dinsizlerin haklarını savunmakla yükümlüdürler. Dolayısıyla Kuran’daki adalet sistemi, “Museviye lanet edenin sevap alacağını” iddia eden sapkın bağnaz anlayışıyla tam anlamıyla zıttır.
Kuran’da Kitap Ehli’nin durumu açıktır. Bu bölümde örnek verdiğimiz sözde hadisler, Kuran’a doğrudan muhalefet etmektedir. Bunu Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarında ve Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarını örnek alan tüm diğer Müslümanlarda açık olarak görmek mümkündür:
Müslümanlar Kilise ve Sinagogları Korumakla Yükümlüdür, İbadethanelere Saldırı Haramdır
Kiliseler, sinagoglar, camiler Allah’a ibadet edilen evlerdir. Masum insanların kiliselerinde, sinagoglarında ya da camilerinde Allah’a ibadet edilirken öldürülmeleri Allah Katında büyük bir suçtur. Oraya giden insanlar Allah’a dua eden, dindar kimselerdir. Allah’ın adının anıldığı tüm evler ise İslam dininde kutsaldır. Bu evlerin ziyaretçileri Musevi, Hristiyan ya da Müslüman olabilir. Ama önemli olan her birinin Allah’a iman eden, dindar kimseler olmalarıdır. Müslüman, Kitap Ehli’nin Allah’a ibadet ettikleri kutsal yerlerine saygılı davranmalı, bu mabetleri korumalıdır. Bu yerler ister Hristiyanlara, ister Musevilere ait olsun, içlerinde Allah’ın ismi anıldığı için Müslümanlar için de değerlidir ve tüm iman edenler tarafından korunmalıdır. Müslümanlar herhangi bir sebeple Kiliselerin ya da Sinangogların yıkılmasına, başka bir mekana dönüştürülmesine seyirci kalmamalı, herkesten önce bu ibadethanelerin varlığını devam ettirebilmesi için emek vermelidir. Allah Kuran’da ibadethanelerin önemini şöyle bildirmiştir:
Onlar, yalnızca; “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, MANASTIRLAR, KİLİSELER, HAVRALAR VE İÇİNDE ALLAH’IN İSMİNİN ÇOKÇA ANILDIĞI MESCİDLER, MUHAKKAK YIKILIR GİDERDİ. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
Dolayısıyla bugün İslam coğrafyasının farklı yerlerinde ibadethanelere yönelik yapılan eylemler, Kuran’a göre büyük bir suçtur ve hiçbir Müslüman bunu kabul edemez. İlerleyen satırlarda da göreceğiniz gibi, Peygamberimiz (sav) savaş zamanlarında dahi Kiliselerin ve Sinagogların korunması için özel talimatlar vermiş, Kitap Ehli’nin kutsal mekanlarını koruması altına almıştır. Peygamberimiz (sav)’in verdiği emannameler bugün dahi bazı tarihi kiliselerde muhafaza edilmektedir. Dört Halife döneminde de Kitap Ehli’nin ibadethaneleri korunmuş, hatta bir çok yerde Müslümanlar bu ibadethanelerin inşası ve restorasyonu için destek vermişlerdir.
Peygamberimiz (sav)’in Kitap Ehli’yle İlişkileri
◉ Peygamberimiz (sav)’in, Kitap Ehli’nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.
◉ Necran Hristiyanları onu ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) oturmaları için abasını yere sermiş, onları bu şekilde ağırlamıştır.
◉ Peygamberimiz (sav)’in hanımlarından biri Mısır’dan gelen Hristiyanlardan Mâriye binti Şemun (ra) idi.
◉ Peygamberimiz (sav)’in hanımlarından Hz. Safiyye annemiz ise, Huyeyy b. Ahtab adında Medine’deki Musevilerden Madıroğulları kabilesi reisinin kızıydı.
◉ Hz. Muhammed (sav), Evs ve Hazrec kabileleri ile yapılan Medine Anlaşması’na Musevilerin de katılmasına izin vermiş ve böylece Musevilerin de Müslümanların arasında, ayrı bir dini grup olarak varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır.
◉ Medine Anlaşması’nın “Beni Avf Musevileri, inananlarla birlikte bir ulus oluşturdular. Musevilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir” hükmüyle, Müslümanların Musevilerin geleneklerine ve inanışlarına gösterdikleri anlayışın temeli Peygamberimiz (sav) döneminde atılmıştır. Yine aynı metnin 26-33. maddelerinde Kitap Ehli’ne mensup vatandaşların Müslümanlarla aynı haklara sahip oldukları, 16. maddede ise onlara haksızlık yapılamayacağı belirtilir.
◉ Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir: “Bir Musevi veya bir Hristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Museviliğinde veya Hristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.” (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 586)
◉ Necran Hristiyanları, Medine’ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Medine’ye ulaşan Necran heyeti, Mescid’de Peygamberimiz (sav)’in huzuruna çıkmışlardı, ibadet vakitleri geldiği zaman Mescid’de ibadet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid’i bırakmıştı. Onlar da Şark’a dönerek ibadetlerini yaptılar. (İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,619-620)
◉ Peygamberimiz (sav) döneminde Musevi ve Hristiyanlara verilen emannamelerle Kitap Ehli’nin hakları koruma altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde herhangi bir anlaşmazlık olduğunda Kitap Ehli bu emannameleri göstermiştir. Örneğin, Dımeşkli Hristiyanların bir sorun karşısında, kendilerine verilmiş olan emannameyi dönemin halifesi Hz. Ömer’e sunarak, çözüm talebinde bulundukları tarih kitaplarında yer alan bir bilgidir.
◉ Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in, Hristiyan olan İbn Harris b. Ka’b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metninde: “Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar” maddelerini yazdırmıştır.
◉ Peygamber Efendimiz (sav) tarafından Edruh, Makna, Hayber, Necran ve Akabe’li Kitap Ehli’ne verilen beratlar, Müslümanların Kitap Ehli’nin can ve mal güvenliğini garanti altına aldıklarını ve onlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanıdıklarını göstermektedir.
◉ Peygamber Efendimiz, tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yle ve Peygamber Efendimizle ilk konuşanlardan biri Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hristiyandı. (Buhârî, Bedu’l- Vahy 3)
◉ Halifeler döneminde yıkılan kiliseler Müslümanlar tarafından onarılıyor, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine müsaade ediliyordu. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan Aziz Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir.
◉ Suriye’nin fethinden sonra Şam’daki Aziz John Kilisesi’nde, Müslümanlar cuma namazlarını kılıyordu, Hristiyanlar da Pazar günleri kendi dini ibadetlerini özgürce yerine getiriyo rlardı. İki dinin mensupları, aynı mescidi barış içinde kullanıyorlardı.
◉ Sahabe sefere çıktığında ya da yolculuk sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalıyordu, Kitap Ehli’yle yapılan anlaşmalarda bu konuda maddeler bulunmaktadır.
Kuran’da İncil ve Tevrat
Bir Müslüman, gönderilmiş peygamberlerin tümüne ve gönderilmiş hak kitapların da tümüne inanmak zorundadır. Peygamberlerden birini diğerinden ayırt etmemek, Müslümanlığın Kuran’da geçen hükmüdür ve bu hükme uymayan ayete uymamış ve dinden çıkmış sayılır. İşte bu nedenle Müslümanlar olarak Hz. Muhammed (sav) nasıl bizim peygamberimizse, Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as) da bizim peygamberlerimizdir. Bizler, nasıl birer Muhammediysek, aynı zamanda da İsevi ve Musevileriz. Bu, Müslümanlığın en önemli şartlarından biridir.
Kuran’da Museviler ve Hristiyanlardan bahsedildiği gibi, Tevrat ve İncil’den de bahsedilir. Allah bu hak kitapları Kuran’da övmüştür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kuran’ın indiriliş sebebi bu hak kitapların hükmünü ortadan kaldırmak değil, onları “doğrulamaktır”. Her ne kadar söz konusu kitaplarda zaman içinde yanlış yorumlanmış bölümler olsa da, Kuran ile mutabık bölümler yine Kuran ile doğrulanmıştır. Pek çok ayette belirtilmiş bu hüküm Kuran’da açıktır: “O, sana Kitab’ı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.” (Al-i İmran Suresi, 3)
İşte bu sebeple biz Müslümanlar, Kuran’ı rehber alarak bu hak kitapların Allah’ın Katından olduğuna inanmakla yükümlüyüz. Kuran ile doğrulanmış her hüküm, uygulama ve söz; birer hidayet rehberleridir Müslümanlar için.
Kuran’ın övdüğü hak kitapları, bir bağnazın sahte hadisleri delil göstererek geçersiz sayması, İslam’da kabul edilemez. Gerçek Müslümanların rehberi Kuran’dır ve Kuran’da Tevrat ve İncil’in hükmü şu şekilde açıklanmıştır:
Deyin ki: “Biz Allah’a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız.” (Bakara Suresi, 136)
Gerçek şu ki, Biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (ahbar), Allah’ın Kitabı’nı korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır. (Maide Suresi, 44)
Onların (peygamberlerin) ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdi. (Maide Suresi, 46)
Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa’nın Kitab’ı var. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir Kitap’tır. (Ahkaf Suresi, 12)
Müslümanlar, Kuran’ı rehber alarak tüm Hak Kitapların Allah’ın Katından olduğuna inanırlar. Müslümanlar için Kuran ile doğrulanmış her hüküm, uygulama ve söz; birer hidayet rehberidir. |
O, sana Kitab’ı (Kuran’ı) hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti. Bundan (Kur’an’dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da indirdi… (Al-i İmran Suresi, 3-4)
İncil sahipleri Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır. (Maide Suresi, 47)
İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve şehirler anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitap’tır. Ahirete iman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır. (Enam Suresi, 92)
Onlar: “Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: “Musa’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kağıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz Kitab’ı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir.” De ki: “Allah.” Sonra onları bırak, içine ‘daldıkları saçma uğraşılarında’ oyalanıp-dursunlar. (Enam Suresi, 91)
Sana da (Ey Muhammed,) önündeki Kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona ‘bir şahid-gözetleyici’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Maide Suresi 48)
Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise ne kötüdür! (Maide Suresi, 66)
Andolsun, ilk nesilleri yıkıma uğrattıktan sonra, Musa’ya, insanlar için (gözleri hikmetle açıp aydınlatacak) basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere kitap (Tevrat) verdik. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürler diye. (Kasas Suresi, 43)
Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip- iletmektedir.” (Ahkaf Suresi, 30)
Şüphesiz, Kitap Ehli’nden, Allah’a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah’a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah’ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)
“Benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah’tan korkup bana itaat edin.” (Al-i İmran Suresi, 50)
(Bu Kur’an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Kuran’da Allah, Tevrat’ı “bir nur ve hidayet”, “basiret ve rahmete iletecek bir yol gösterici” olarak tanımlamaktadır. Kuran’da Allah, İncil’i “içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt” olarak tarif etmektedir. Sahih Tevrat ve İncil, bir nur ve hidayet rehberi olarak övülmektedir. Bu, Kuran’ın hükmüdür. Bunun dışında hüküm getirenler ve kendilerince bu hak kitapları geçersiz kılanlar, açıkça görüldüğü gibi yalan söylemektedirler.
Bunu, Peygamberimiz (sav)’in uygulamalarından da anlamak mümkündür:
Peygamberimizin Tevrat ve İncil ile İlgili Uygulamaları
Müslim şöyle nakletmişti: “Ebu Hüreyre’nin tanıklığıyla Hz. Peygamber (sav)’in söylediğini nakletmiştir; ‘Eskiden Hz. Muhammed (sav) demiştir ki, Ehl-i Kitaplar Tevrat’ı İbranice olarak okuyorlardı, ve Müslümanlar için Arapça olarak tercüme ediyorlardı.’” (Mişkatu’l Masabih, 1. Kitap, 6. Bölüm, s. 42)
“Al-Hafız el-Zehebî kaydediyor ki, Yahudilikten İslâmiyet’e dönen Abdullah İbn Selâm Hz. Peygamber (sav)’e geldi ve ona ‘(Dün gece) Kuran’ı ve Tevrat’ı okudum’ dedi. O da cevap verdi, ‘Bunu bir gece oku ve diğerini de bir başka gece oku’.” (al-Thalabi, Al-İman al-Thalabi Tathkarar al-Huffadh, 1 Cilt, s. 27)
“Hz. Muhammed (sav)’in yakın çevresinden Abdullah İbn-i Amr, sık sık Tevrat okurmuş. Bir gece rüyasında bir elinde bal, diğerinde yağ tuttuğunu, bazen bal tutan elinden, bazen de yağ tutan elinden yediğini görmektedir. Abdullah İbn-i Amr rüyasını Hz. Muhammed (sav)’e anlatır. Hz. Muhammed (sav), Abdullah’ın rüyasını iki Kitab, yani bazen Tevrât bazen de Kuran okumasıyla yorumlar.” (Buhârî, Sahîh-i Buhârî, 6. cilt, 987. hadis, s. 439)
Ebû Said el-Hudrî’den: Peygamberimiz’e (sav): “Ey Allah’ın Resulü! İsrailoğulları’ndan nakiller yapabilir miyiz?” dedik. Şöyle buyurdu. “Evet, İsrailoğulları’ndan da nakil yapabilirsiniz, sakınca yoktur. Onlardan bir şey aktarırsanız bilin ki yanlarında daha ilginç bilgiler de vardır.”(Hanbel, Müsned, 111/12, hadis no:11034)
Kuran’a Göre,Musevilerin Kutsal Topraklarda Yaşama Hakkı Vardır
Genelde bir kısım Müslüman toplulukları, Kuran ayetlerini bilmediklerinden ve İslam konusunda ciddi şekilde cahil olduklarından Musevileri Kutsal Topraklardan uzaklaştırma veya oradaki İsrail devletini haritadan silme gibi tehditlerle ortaya çıkarlar. Oysa söz konusu kişiler bunu yaparken, Kuran’a muhalefet ettiklerinin farkında bile değildirler.
Kuran’a göre, Kutsal Topraklarda yaşamak Musevilerin hakkıdır. Bu konudaki Kuran ayetleri şöyledir:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.” “Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.” (Maide Suresi, 20-21)
Ve onun ardından İsrailoğulları’na söyledik: “O toprak (yurt)ta oturun, ahiret va’di geldiğinde hepinizi derleyip-toplayacağız.” (İsra Suresi, 104)
Kuran ayetlerinde açıkça görüldüğü gibi, Musevilerin Tevrat’a göre olduğu gibi Kuran’a göre de Kutsal Topraklarda bulunması gerekir. Zaten Musevilerin Kutsal Topraklardaki varlıkları bir güzelliktir, gerçek Müslümanlar için sevinç vesilesidir. Allah’ın 3000 yıllık vaadinin gerçekleştiğini görmek, Hz. İbrahim (as)’in, Hz. Musa (as)’ın bildirdiklerinin olduğuna şahitlik etmek, çok büyük bir müjdedir. Allah “Museviler o topraklarda olacaklar” diye binlerce yıl öncesinden bildirmiştir ve bizler bu mucizenin şu an gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu, heyecanla izlenmesi ve coşku duyulması gereken çok müthiş bir güzelliktir.
Burada şunun belirtilmesi çok büyük bir önem taşıyor. Allah Kuran’da da Tevrat’ta da gerçek iman sahiplerine bir şart koşmuştur: “Barış”. Kutsal Topraklarda Museviler bulunacaklar, Müslümanlar ve Hristiyanlar da bulunacaklar ve o bölgede hep birlikte barışı ve sevgiyi hakim kılacaklardır. Kardeşlik içinde yaşayacaklardır. Bölgedeki topraklar herkese bol bol yeter. Kimse bir yerden sürülmeyecek, evini yurdunu terk etmeyecek, böyle bir şey yaşanmayacaktır. Allah hepimiz için daima barış ister.
Barışın gerçekleşmesi için de toprak hırslarının bitmesi, düşmanlıkların ortadan kalkması ve bağnazlığın sahte zihniyetinin kesin olarak yok edilmesi gerekir. Bütün bunlar için hak dinlere, din ahlakına, dindarlara ve Kuran’a ihtiyaç vardır. Bir toprak ya da ideoloji hırsıyla gerçekleşen çatışmalar daima büyüyüp korkunç bir hal almaya mahkumdur. Bunu ortadan kaldıracak olan ise, gerçek din anlayışının Kuran kaynak alınarak gösterildiği doğru bir eğitimdir. Böyle bir eğitim tüm yanlışları ortadan kaldırır, tüm düşmanlıkları sindirir. Zihniyet değişimi yaşayan bir insan düşmanlık veya savaş için asla gerekçe bulamayacaktır. Bunun ise tek yolu eğitimdir.
Kutsal Topraklarda Museviler bulunacaklar, Müslümanlar ve Hristiyanlar da bulunacaklar ve o bölgede hep birlikte barışı ve sevgiyi hakim kılacaklardır. Allah’ın bizden istediği ve bizim çaba göstermemiz gereken budur. |