Kalabalık bir günde sokakta rastladığınız insanlara şöyle bir bakın. Kim bilir iç dünyalarında neler yaşıyor, gülen çehrelerinin ardında neler gizliyor, hangi zorluklarla, hangi sıkıntılarla mücadele ediyorlar?
Hiç kuşkusuz herkesin birbirinden farklı sorunları, farklı endişeleri, farklı kaygıları var. Ve şu kesin bir gerçek ki büyük çoğunluğu mutlu değil.
Ahlaki değerlerin önemini yitirdiği, dostluk ve kardeşliğin, şefkat, merhamet, hoşgörü gibi duyguların unutulduğu ve maddiyatın en önemli güç haline geldiği günümüzde yüzümüzü nereye çevirirsek çevirelim yalnızlıktan yakınan mutsuz insanlarla karşılaşıyoruz. Dünya tam anlamıyla şiddete ve nefrete, merhametsizliğe ve bencilliğe boğulmuş durumda. İstisnasız herkes kavgaların, çatışmaların, çıkarcılığın, samimiyetsizliğin olmadığı, her yere barış, güven ve kardeşliğin hakim olduğu bir dünyanın özlemi içinde.
Dünyayı sarıp kuşatan tüm bu kötülüklerin kaynağına baktığımızda ise karşımıza çıkan sorun sevgisizlik. Sevgisizliğin çıkış noktası insanın bizzat kendisi. Bireylerin iç dünyalarında, diğer bir deyişle nefislerinde yaşadıkları sevgisiz, zalim ruh zincirleme etki yaratarak hızla tüm dünyaya yayılıyor.
Sevgisizliğin kökeninde ise bencillik var. Kişi en çok kendini seviyor, yalnızca kendi nefisini; kendi rahatını, kendi sağlığını, kendi neşesini, kendi lüksünü koruyup kolluyor. Çevresindeki hiç kimseye, hiçbir varlığa sevgi ve şefkat gözüyle bakmayıp, “başkaları neden umurumda olsun?”, “yaşamaları ya da ölmeleri, sağlıklı olmaları ya da olmamaları, acı çekmeleri ya da çekmemeleri beni neden ilgilendirsin?” diye düşünüyor. Tek kıstası ise şu oluyor: “kim bana fayda sağlar?”, “kim benim keyfimi, kariyerimi, kazancımı arttırır?” Böylelikle karşısındaki kişiye mutlaka bir çıkar elde etme gözüyle bakıyor. Herkes onun için emek versin; herkes ona bir şeyler katsın, sevmesin ama sevilsin, önemsensin, düşünülsün, şefkat, merhamet, incelik görsün, hata ve kusurları görmezden gelinsin ama o hiç kimseye emek vermesin; kimseyi affetmesin, kimseye sabır göstermesin, kimse için fedakarlık yapmasın, kimse için kendi rahatından taviz vermesin…
Yalnızca kendi rahatının peşinde, kendi merkezli bir dünyada yaşamaya alışan bu insanların vicdanları süratle kararıyor ve herkesi çok kolay harcayacak hale geliyorlar. Karşılarındaki insanı kaybetmekten çekinmiyor, hatta yokluğunu hiç umursamıyorlar.
Adeta bulaşıcı bir hastalık gibi bireyler arasında yayılan bu egoist ve bencil ruh kısa sürede tüm topluma hakim oluyor. İnsanlar açlıktan mı ölüyor, dünyanın dört bir yanında savaşlar mı yaşanıyor, pazarların, ana okullarının, hastanelerin üzerine bombalar mı yağıyor; pek çoklarının umurunda bile olmuyor. Onlar hafta sonu nasıl eğleneceklerini, karın kaslarını güçlendirmek ya da fazla kilolarından kurtulmak için hangi diyeti yapacaklarını, Instagram’a, Facebook’a hangi fotoğraflarını yükleyeceklerini düşünmekle, fotoğrafa gelen yorumları okumakla ve beğenilerin sayısında artış olup olmadığını takip etmekle meşgul oluyorlar. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan savaşlar, katliamlar, çatışmalar, kurşun isabet ederek kan revan içinde kalan yakınını hastaneye yetiştirmeye çalışan ya da açlıktan ve bakımsızlıktan bir deri bir kemik kalmış olan çocukların haberlere yansıyan görüntüleri onları hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Kollarına, vücutlarına sevgiyle ilgili güzel deyişlerin yer aldığı dövmeler yaptırıyor, sosyal medya hesaplarında yine sevgiyle, aşkla ilgili sözler paylaşıyorlar ama o yazıların anlamlarını hiç düşünmüyor, gereklerini hiç yerine getirmiyorlar. Buna rağmen bundan zarar gören yine kendileri oluyor ve etraflarında pek çok insan olsa dahi gerçek sevgiyi hiçbir zaman tadamamış olmanın bilincinde olarak hayatlarının sonuna kadar mutsuz, huzursuz ve yapayalnız yaşıyorlar.
Tüm bu karanlık tablo bir yana, dünyayı kasıp kavuran bu büyük bela aslında kolayca ortadan kalkabilir. Bu ise yalnızca, Allah’ı hoşnut edememe ve O’nun sevgisini kaybetme kaygısından kaynaklanan Allah korkusuna ve Allah sevgisine dayalı din ahlakı ile mümkün. Nitekim dinin getirdiği güzel ahlak olmadan gerçek sevginin oluşması imkansız. Çünkü sevginin şartları ve sevgiyi ayakta tutan unsurlar yalnızca dindeki güzel ahlak ile var olabiliyor; fedakarlık, sabır, diğergamlık, affedicilik gibi… Bu özelliklerin biri dahi eksik olsa gerçek sevgi oluşmuyor. Örneğin affedicilik olmasa sevgi ayakta duramıyor, yıkılıyor. Sabır olmasa sevgi zamanla kaybolup yok oluyor. Fedakarlık olmasa yine aynı şekilde; sevgi ölüp gidiyor. Sevgi adeta birçok küçük çarkın biraraya gelmesiyle oluşan bir saat gibi. Küçük çarklardan biri işlemese büyük çark dönmüyor. Sevgi de böyle.
Kısacası sevginin zeminini oluşturan ortamı yalnızca çok güçlü bir Allah sevgisi, O’nu çok sevmenin ve hoşnut etme arzusunun getirdiği Allah korkusu ve güzel ahlak sağlıyor. Sevgisiz, zalim, bencil nefsani duygular ancak Allah’tan korkup sabır ve itinayla güzel ahlak devam ettirildiğinde törpüleniyor. Aksi takdirde kişi kabus gibi bir hayat yaşamaya mahkum oluyor; kalbindeki bencilliğinin karşılığında bencillik görüyor ve gerçek sevgiyi, gerçek dostluğu, gerçek kardeşliği hiçbir zaman tadamıyor.
Oysa sevgi herkesin içinde var. Herkesin ruhunda sevgiye yer var. Sevgisiz, acımasız bir dünyanın kimseye faydası yok. İnsanları içine düştükleri bu karanlık dünyadan çekip almaya çalışmak, sevgiyi, merhameti, bağışlamanın güzelliğini ve sevgi dolu olmanın ruha verdiği huzuru anlatmak hepimizin görevi olmalı.
Adnan Oktar’ın New Straits Times’da yayınlanan makalesi: