Cahiliye toplumu, dinin “zor” olduğuna inandığı kadar “baskıcı” ve “özgürlükleri kısıtlayıcı” olduğunu da düşünür. Bu yanlış mantığa göre, din insanlar üzerine çeşitli kısıtlamalar koymakta ve böylece onların özgürlüğünü yok etmektedir. Bu toplum içinde kendilerini “özgürlükçü” olarak tanımlayanlar da, mümkün olduğunca din ahlakından uzaklaşır, hatta dine karşı savaş açarlar.

Oysa gerçek bunun tam tersidir. Din özgürlük, dinsizlik ise baskı ve esaret getirir.

Ancak bu gerçeğin kavranabilmesi için öncelikle insan ruhunun tam mahiyetinin tanınması gerekir. Konunun gerçeğini bizlere Allah Kuran’da bildirir ve insanın ruhunun “çift yönlü” olduğunu Şems Suresi’nde şöyle açıklar:Güneş’e ve onun parıltısına andolsun,

Onu izlediği zaman Ay’a,

Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze,

Onu sarıp-örttüğü zaman geceye,

Göğe ve onu bina edene,

Yere ve onu yayıp döşeyene,

Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’,

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 1-10)

Ayetlerde nefs ile ilgili olarak verilen bilgi göstermektedir ki, Allah insanı yaratırken onun nefsine (benliğine) hem kötülüğü, hem de ondan sakınmayı, yani iyiliği ilham etmiştir. İnsanın içinde bu iki güç birden bulunur. İnsanın kurtuluşu (felahı) ise, bu kötülükten sakınmayı seçmesidir. Yok eğer böyle yapmazsa, yıkıma uğrar. Nefsinde kötülük bulunduğunu kabul etmez. Etmediği anda da o kötülükten sakınacak bilince sahip olamaz, ayetin ifadesiyle o kötülüğü “sarıp örter”, kendi içinde besler. Dolayısıyla o kötülük, onu yutar.

Nefsin içindeki bu kötülüğün varlığını kabul edip ondan sakınmak, insana “felah”ı, yani kurtuluşu getirmektedir. Özgürlük ise, bu felahın ta kendisidir.

Çünkü insanı dış güçlerden çok daha büyük baskı altına alan asıl güç, nefsindeki söz konusu kötülüktür. Bu kötülük, insanı bencillik içinde boğar, kıskançlık verir. Sürekli bir güvensizlik ve gelecek korkusu aşılar. En kötüsü de, insanın, nefsindeki bu güç nedeniyle, sonu gelmeyen bir tutku ve hırs içinde boğuşmasıdır. Nefsin içindeki bu güç, insana sürekli daha fazla mal biriktirmesini, daha fazla para kazanmasını, daha fazla toplumsal statü elde etmesini emreder. Oysa bu tutkuların tatmin edilmesi mümkün değildir. Zengin olmak büyük bir tutkudur, ancak bu tatmin edildiğinde yeni tutkular gelecektir. Yaşanan, bir kısır döngüdür.

Kurtuluş bu döngüden kurtulmakla elde edilir. Kuran’da geçen ifadeyle “… Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır…” (Haşr Suresi, 9)

İnsan bu tutkuların esiri olmaktan kurtulduğunda özgürleşir. Bu noktada, artık onun yaşamının amacı, söz konusu sonu gelmez tutkuları tatmin etmek değildir. Yaşamının amacı, artık yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır ki, insan zaten bunun için yaratılmıştır.

Gerçek özgürlük işte budur; Allah’a kul olmak ve böylece Allah’ın dışındaki herşeyden özgürleşmek. Bu nedenledir ki, Hz. İmran (as)’ın karısı, Kuran’da Allah’ın bildirdiği şu duayı etmiştir:

“… Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen.” (Al-i İmran Suresi, 35)

Aynı nedenle, Hz. İbrahim (as) babasına şöyle demiştir:

“… Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?” (Meryem Suresi, 42)

Resullerin yaptıkları, insanları nefslerindeki tutkulardan ya da başka insanlara kul olmaktan kurtarmak ve yalnızca Allah’a kul olmaya davet etmektir. İnsanlar, yaratılış amaçlarına aykırı olan bu sapkınlıklardan kurtuldukça, özgürleşirler. İşte bu nedenledir ki, Kuran’da Resul, müminlerin “ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirlerini indiren” kişi olarak tarif edilmiştir. (Araf Suresi, 157)

Ve işte bu nedenledir ki, İslam, cahiliye toplumunun kuruntularının aksine, insanı baskı altına almaz, özgürleştirir. Tebliğ yapılan kişiye bunun anlatılması oldukça önemlidir. Konu hem üstte anlattığımız “özgürlük tarifi” ile açıklanmalı, hem de dini “baskıcı” sanmasına neden olan hurafeler ve bid’atlar (dine sonradan girmiş yabancı unsurlar) konuşulan kişinin zihninden silinmelidir.

İslam özgürlükçü olduğuna göre, onun tebliğ edilmesinde de baskıcı bir yöntem kullanılmayacaktır. Resulullah’a Allah Kuran’da şu emri vermiştir: “Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin.” (Gaşiye Suresi, 21-22) Aynı konu, Bakara Suresi, 256. ayetle de hükme bağlanır:

Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)

Tebliğ yapılan kişiye bu konu anlatılmalı ve ne İslam’ın kuralları ne de kendisiyle ilgilenen müminler tarafından hiçbir şekilde bir baskı ya da zorlama ile karşılaşmayacağı, bunun Kuran ahlakına aykırı olduğu ve Allah’ın razı olmadığı bir ahlak olacağı açıklanmalıdır. Böylece cahiliyenin oluşturduğu yersiz endişeler giderilir ve tebliğin önündeki engellerden biri daha kalkar.