“İşte böyle, senden önce de bir memlekete bir elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun refah içinde şımarıp azan önde gelenleri (şöyle) demişlerdir: ‘Gerçekten biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine uymuş kimseleriz.’ (O peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: ‘Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı?’ Onlarda demişlerdi ki: ‘Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye kafir olanlarız.’” (Zuhruf Suresi, 23-24)
İnsanların yeni fikirleri ve yeni düşünüş tarzlarını benimsemelerini engelleyen şey, adeta ‘hücrelerine işlemiş’ olan prensiplerdir. Bu prensipler hayat boyu içinde bulunulan ortamdan, aile yapısından, arkadaşlıklardan etkilenerek geliştirilmiş ‘kişiye özgü’ bir bakış açısı ve yaşam tarzı anlamına gelir. Buna kişinin ‘dünya görüşü’ de diyebiliriz.
İşte tebliğde karşılaşılan en büyük güçlüklerden biri de, dinle uyuşmayan dünya görüşlerini yıkıp yerine Allah rızasına ve korkusuna dayalı, dünyaya değil ahirete yönelen bir dünya görüşü yerleştirmektir. Bu dünya görüşleri, tamamen materyalist bir yapıda olabileceği gibi, din adına ortaya çıkan ancak hak dinle alakası olmayan fikirlerden de oluşabilir. Nitekim, Kuran’da gördüğümüz gibi dini tebliğ eden Resullere ve müminlere verilen cevaplar kimi zaman Allah’ı inkar eder şekilde, kimi zaman ise o dönemde sahip olunan geleneksel dini korur şekilde olmaktadır.
İnkarcıların şiddetle savundukları, kendilerine anlatılanları hiçbir şekilde kabul etmemelerine neden olan ve müminleri de kendisine döndürmeye çalıştıkları bu geleneksel dini, Allah, ‘atalarının dini’ olarak nitelendirir. İnsanların büyük çoğunluğu ‘atalarının dini’ne son derece bağlıdır ve kendilerine anlatılan gerçeklere de bu dine uygun olup olmamasıyla değerlendirir. Bu konu hakkında Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:“Ne zaman onlara Allah’ın indirdiklerine uyun denilse onlar hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. Peki ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış iseler?” (Bakara Suresi, 170)
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idiyseler?” (Maide Suresi, 104)
Görüldüğü gibi kendilerine tebliğ yapılan bu kişiler atalarının dinini siper edinerek, anlatılanları kabullenmemektedirler. Buradan da anlaşıldığı gibi atalarının dini son derece köklü yerleşmiş bir yapıya sahiptir. Bu yapının içinde bir Allah anlayışı da vardır, ancak elbette ki bu anlayış önceki bölümlerde de detaylı olarak anlattığımız gibi Kuran’da bildirilen gerçeklerden çok uzaktır. Burada yine şeytanın faaliyeti devrededir. Kuran’da Allah’ın haber verdiği, “… aldatıcılar da sizi Allah’ın adıyla kandırmasın” (Lokman Suresi, 33) şeklindeki ayet, şeytanın kullandığı bir taktiği ortaya çıkarır. Bu taktik, insanların şeytanın telkiniyle yaptıkları şeyleri din adına, Allah adına yapılıyormuş gibi göstermektir. Allah bu durumu şöyle haber verir:
Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun ‘üzerini kabukla bağlattırırız’; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. (Zuhruf Suresi, 36-37)
Ataların dinindeki insanların durumu işte böyledir. Önde gelenlerin durumu da bunlardan farklı değildir. Ayrıca önde gelenler, din kavramını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaktadırlar. Allah kelimesini kendi çıkarları için kullanan bu tür iki yüzlüleri Rabbimiz Kuran’da şöyle tarif eder:
Bunun üzerine kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: “Bu sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.” (Mü’minun Suresi, 24)
Bu ayette dikkatle incelenecek birçok husus vardır:
1. Topluluğun önde gelen bazı kişileri, tebliğ edilen dine insanlar inanmasın diye yoğun bir çaba sergilemektedirler. Bu amaçla Allah’ın adını da kullanmaktadırlar. ‘Eğer Allah dileseydi melekler indirirdi’ şeklindeki ifade de bu çarpık anlayışı göstermektedir. Bu ifade aynı zamanda, insanların inanmak için mucizeler beklediğinin de bir kanıtıdır. Birinci bölümde de anlatıldığı gibi, inanmak için özel bir mucizeye gerek yoktur, aklını kullanabilen bir insan, her saniye ayrı bir mucizeyle karşı karşıyadır.
İnanmayanların insanları hidayet yolundan engellemek ve Kuran’da bildirilen gerçeklerden uzaklaştırmak için Allah’ın adını kullandıklarını da başka bir ayette Allah şöyle haber verir:
Onlar çirkin bir hayasızlık işlediklerinde ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah çirkin hayasızlıkları emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?’ (Araf Suresi, 28)
Görüldüğü gibi atalarının dinine uyanlarda, yaptıkları çirkinlikleri Allah’ın adının arkasına saklanarak meşru gösterme gibi sapık bir istek vardır.
2. Tebliğ yapılan insanları etkilemeye, kafalarını bulandırmaya çalışan bazı kişiler vardır. Bunlar ayetlerde ‘kavmin inkara sapmış önde gelenleri’ olarak nitelendirilir. Yöntemleri, insanların akıllarını karıştırarak, bazı durumlarda onları tehdit ederek ve onların üzerlerinde kurmuş oldukları baskıcı otoriteyi kullanarak onları inanmaktan alıkoymaktır. Bunun sebebi ise çok açıktır; inançlı kişi akıllı olur, uyanık davranır, kendisine empoze edilen yanlışlara rağbet etmez ve en önemlisi din ahlakına savaş açmış kimselere karşı tavır alır, onlarla fikri mücadele eder. Doğaldır ki, böyle bir toplumun oluşmasından en çok ‘inkara sapmış önde gelenler’ zararlı çıkar.
Bir diğer anlatımla inkarcı toplumun önde gelenlerinin gerçekte şeytani düzenin birer parçası olduklarını görürüz.
3. Din ahlakını anlatanlara savaş açmış olan ‘önde gelenler’, dini tebliğ eden Resulün aslında üstünlük elde etmeye çalıştığını öne sürmektedirler. Gerçekle hiçbir şekilde bağdaşmayan bu iddia ‘Resullere Yöneltilen Suçlamalar’ bölümünde açıklanmıştı.
4. “Geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz” ifadesi, kavmin inkara sapmış önde gelenlerinin atalarının dinine duydukları bağlılığını göstermektedir. Oysa Kuran’da yer alan, “… ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara Suresi, 170) ya da “şeytan onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı” (Lokman Suresi , 21) veya “ben size daha doğru olanı getirmiş olsam da mı?” (Zuhruf Suresi, 24) gibi sorular, atalarının dinine bu tür bir bağlılık gösterenlerin ne denli büyük bir sapkınlık ve akılsızlık içinde olduğunu gösterir.
İlginç bir nokta, atalarının dinine büyük bağlılık gösteren insanların, hak dini tebliğ eden müminleri de kendi dinlerine döndürme uğraşı içinde olmasıdır. Allah ayette şöyle buyurmaktadır:
Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi. (Araf Suresi , 88)
Atalarının dinine bağlı insanlar için bu ‘geri döndürme’ olayı büyük önem taşımaktadır. Kendilerinden biri tebliğ sonucu hak dini kabul ederse bu onları sinirlendirir ve üzer. O kişiyi kendi dinlerine döndürmek amacıyla büyük bir çaba yürütürler. Bu çaba başarısız olursa onu dışlayarak akıllarınca cezalandırırlar. (Aslında bu hareketleri mümin için bir güzelliktir) Güç ve iktidar sahibi önde gelenler ise daha ileri giderek tehdit denemelerinde bulunurlar.
Allah’ın Kuran’da tarif etmiş olduğu din dışındaki her yerleşik inanış, Kuran’a aykırı her gelenek aslında ataların dini kavramına girmektedir. Bu dine uyanların sonu cehennem olabilir. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle haber vermektedir:
Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir. Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Kendileri de onların izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı. (Saffat Suresi, 68-70)