“Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar.” (Zümer Suresi, 45)

İnkara sapmış önde gelenlerin müminlere ve tebliğ edilen dine reaksiyonlarını incelediğimizde şiddet, taşkınlık, öfke ve kibir gibi aslında şeytana ait karakter özellikleriyle karşılaşırız. Bu karakter özelliklerini ve tebliğ sırasında karşılaşılacak tepkileri önceden bilmek (ki bu Kuran ayetleri sayesinde mümkün olmaktadır) bunlara karşı hazırlıklı olmak ve dolayısıyla başarı kazanma yolunda sağlam bir adım atmak anlamına gelmektedir.

Tebliğ yapanlara sıkça gösterilen bir tepki, inanmak için mucize görme isteğidir. Kuran’da bu istek şu şekilde tarif edilmiştir:

İnkâr edenler: ‘Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi’ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir.’ (Rad Suresi, 27)

İnanmayanlar arasında mucize görmeye karşı yoğun bir istek vardır. Kendilerine tebliğ edilen dine kanaatlerinin gelmesi için mutlaka böyle şeyler görmek isterler. Oysa her yer gerçekte mucizelerle doludur, biraz aklını kullanabilen bir insan bunları rahatlıkla farkedebilir.

Örneğin “Havada duran bir taş var!” denilse, bu durum büyük bir mucize olarak değerlendirilir, oysa milyarlarca tonluk dünya, yaratıldığı günden beri uzay boşluğunda durmaktadır. Üstelik başıboş bırakılmış da değildir, kusursuz bir şekilde uyumlu bir yörüngede güneşin etrafında dönüp durmaktadır.

Atomların arasındaki muazzam çekim kuvveti de bir mucizedir, güneşin o kadar uzaktan dünyayı ısıtması, canlılara hayat vermesi de mucizedir… Bu olayların bir sebebi olması onların değerini azaltmaz, çünkü sebepler de birer mucizedir. Ancak bu gibi olaylar, Allah’ın kudretini bilmeyen ve O’nun delillerinin üzerinden görmeden geçenler için bir şey ifade etmez.

İsra Suresi’nin 90-93. ayetlerinde Allah inkarcıların nasıl mucizeler istediğini şöyle bildirmektedir:

Dediler ki: ‘Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza (şahid olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız. (İsra Suresi, 90-93)

Ancak inanmayanların mucize görmek istemeleri de samimi değildir. Yani bu insanların kalpleri mucize görerek yatışacak ve böylece iman edecek değillerdir. Bu isteklerinin tek sebebi, Resulün böyle bir şey yapamayacağını ve mucize gerçekleşmeyince de inanmaları için bir zorunluluk kalmayacağını düşünmeleridir. Kuran’da bu kişilerin samimiyetsizliklerini Allah şöyle haber verir:

“Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, orada yukarı yükselseler de, mutlaka: ‘Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz’ diyeceklerdir.” (Hicr Suresi, 14-15)

Başka bir ayette de Allah şöyle buyurur:

“Biz kitabı üzerine yazılı bir kağıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkar edenler tartışmasız: ‘Bu apaçık bir büyüden başkası değildir.’ derler.” (Enam Suresi, 7)

İşte Allah, inanmak için mucize bekleyenlerin samimiyetsizliğini böyle haber verir.

Kendilerine din ahlakı anlatıldığında inkarcıların gösterdiği başka bir reaksiyon da, anlatılanları kabullenmemek, dahası yalanlamaktır. Din ahlakını anlatan müminleri ve Resulü yalancılıkla suçlarlar (Allah’ı ve Resulü tenzih ederiz). Resule yapılan bu suçlama, üçüncü bölümde detaylıca açıklanacaktır.

Tebliğ edilen dine karşı “kuşku verici bir tereddüt” (Hud Suresi, 62) içinde olan inkarcılar, materyalist bir dünya görüşü içinde ahireti de inkar ederler. Müminun Suresi’nin 37. ayetinde Allah bu kişilerle ilgili olarak şöyle haber vermektedir:

“O (bütün gerçek) yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir, ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.” (Müminun Suresi, 37)

Kendilerine açıklananları düşünüp öğüt alacakları yerde, dinledikleri şeylerde çarpıklık aramaya çalışırlar. Basit söz oyunlarıyla konuyu dağıtmaya çalışırlar.

Bunun yanında, kendilerine tebliğ yapan kişileri küçümsemeye de kalkarlar. Hz. Nuh (as)’a “Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?” (Şuara Suresi, 111) diyen kafirler bunun bir örneğidir. Kuran’da bu kişilerle ilgili bir başka ayette Allah şu şekilde bildirmektedir:

Ve (yine) kendilerine: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiğinde: ‘Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?’ derler. Bilin ki gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir, ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)

Müminleri akıllarınca küçümsemeye çalışan bu insanların, din ahlakını yaşamaya her davet edilişlerinde gösterdikleri bayağı ve ilkel tepkiler ise gerçekte kendilerinin ne kadar aşağı olduklarını göstermektedir. Hz. Nuh (as), kafirlerin bu tepkilerini şöyle anlatır:

“Doğrusu ben, onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler.” (Nuh Suresi, 7)

Görüldüğü gibi, inanmayanların tebliğe gösterdikleri tepkiler çeşitli olmakla birlikte, çoğu zaman bu kişilerden olgun ve medeni bir karşılık görmek mümkün değildir. Nitekim birazdan da göreceğimiz gibi müminlerin tebliğde karşılaştıkları reaksiyonlar bazen tamamen insanlık dışı ve medeniyetsiz bir yapıya bürünmektedir.