Bir insanın imana yatkın olduğu sanılabilir, bunun üzerine din anlatılmaya başlanabilir. Ancak tebliğ yaparken kişinin tepkilerinden, yorumlarından, verdiği karşılıklardan dine bakış açısı hemen anlaşılabilir. O nedenle, eğer bu kişinin samimiyeti hakkında bir işaret yoksa, tebliği kişi hakkında bir kanaat oluşana kadar sürdürmek gerekir. Bu noktada, eğer konuşulan kişinin din ahlakına eğilimi olmadığı anlaşılırsa, müminler değerli zamanlarını daha yararlı işlere ve yeni tebliğ faaliyetlerine harcamak üzere tebliğ yapılan kişiden ayrılırlar.

Bu noktada unutulmamalıdır ki, müminin başarısı tebliğ yapılan kişinin iman etmesi ya da etmemesiyle ölçülemez. Müminin görevi sadece din ahlakını tebliğ etmektir, hidayeti vermek ise sadece Allah’a mahsustur. Müminin başarısı ancak tebliğ faaliyetini tam anlamıyla, Allah’ın istediği gibi yerine getirmesiyle ölçülebilir. Tebliği gerektiği yerde kesip, daha yararlı bir işe yönelmek ise, yine Allah’ın rızasına uygun bir harekettir. Tebliğ içi gereken tüm gayret gösterildikten sonra, kişinin hala ilgisiz kaldığı görlüyorsa, kişi artık kendi haline bırakılabilir; Hz. Hud (a.s.) da bu şekilde hareket etmiştir:

“Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır.” (Hud Suresi, 57)