Semud (halkına da) kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O’ndan bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin…”
(Hud Suresi, 61)
Cahiliye toplumundaki Allah inancı, Kuran’daki aslıyla hiçbir biçimde uyuşmaz. Cahiliye, kendi ilkel anlayışlarına uygun şekilde, çarpık, masalsı ve “mitolojik” bir inanç geliştirmiştir. Allah’ın, evreni ve insanları bir kez yarattıktan sonra onları kendi haline bıraktığını, uzayın bir köşesinde “oturduğunu” -Allah’ı tenzih ederiz- düşünürler. Geliştirdikleri bu sapkın ve ilkel inanç, Allah’ı unutmalarına ve Allah’ın büyüklüğünü gerektiği gibi kavrayamamalarına neden olmuştur.
Nitekim Hz. Şuayb (as)da kavminin bu sapkın inanışına dikkat çekerek “… Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz…” der ve Allah’ın gerçek vasfını şöyle açıklar; “… şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır.” (Hud Suresi, 92)
Allah, bu kişilerin dilinde; “Allah korusun”, “İnşaAllah”, “Allah vermesin” gibi kelime kalıplarının içinde arada sırada zikredilen, ama hakkında hemen hiçbir zaman düşünülmeyen soyut bir kavram gibidir. Allah’ın varlığını ve gücünü belki sözle kabul ederler, ama gerçekte Allah’a samimi olarak inanmamaktadırlar. Bu durum, Allah için bir şeyler yapmaları, bir fedakarlıkta bulunmaları gerektiğinde hemen ortaya çıkar. Bir sıkıntı anında ya da herhangi bir menfaat kaybına uğrayacaklarını anladıkları anda hemen inkarcılarla birlik olup, samimiyetsizliklerini gösterirler. Cahiliye toplumunun büyük bir bölümü ise açıkça Allah’ın varlığını inkar eder, Kuran ayetlerine karşı mücadele yürütürler. Kimileri, materyalist felsefe ya da evrim teorisi gibi sözde dayanaklar bularak, bu inkarlarını ideolojik bir zemine oturturlar. Kendilerine “modern, aydın, çağdaş, bilimsel, entelektüel” gibi insanları etkileyebilecek sıfatlarla tanıtan ve Allah’ı inkar etmekle “şahsiyet” kazandıklarını sanan bu kimseler, son derece açık bir gerçek olan Allah’ın varlığını görüp kavrayamayacak kadar sığ görüşlüdürler.
Cahiliye toplumu içindeki bu iki ayrı gruba yapılacak tebliğ, aslında aynıdır. Her ikisine de Allah’ın varlığının delilleri anlatılacak ve batıl inançlarla örülmüş zihinlerinin gerçekleri görebilecek hale gelebilmesi için uğraşılacaktır. Ancak inkarlarını ideolojik bir zemine oturtmuş olanlar için, öncelikle bu ideolojilerinin dayanaklarının çürütülmesi gerekmektedir. Örneğin körü körüne ve cahilce inandıkları evrim teorisi, kendi içindeki çelişki ve açmazlar ortaya konarak yıkılabilir. Kişi, inandığı sistemin gerçekte sefil bir aldatmaca olduğunu görmelidir.
Bu noktadan sonra yapılması gereken iş, her iki grup için de aynıdır. Cahiliye sisteminin batıl fikirleri ile düşünme yeteneklerini kaybetmiş, muhakemeleri yok edilmiş, akılları boğulmuş olan bu insanlar, belki de hayatlarında ilk kez Kuran’da kastedilen anlamda düşünmeye davet edileceklerdir. Yıllardır yedikleri meyvanın, içtikleri suyun, soludukları havanın nasıl olup da var olduğu konusunda kafa yormaya zorlanacaklardır. Sahip oldukları bedenlerinin, gözlerinin, kulaklarının, kalplerinin nasıl var olduğu, bunları kimin yarattığı hakkında düşünmeye teşvik edileceklerdir. Zaten Kuran’da, insana düşünmesi için yol gösterilir ve neleri düşünmesi gerektiği de sık sık vurgulanır. Örneğin Vakıa Suresi’nde Allah şöyle buyurur:
Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz miyiz? Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir; (Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda. Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi? Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız. (Şöyle de sızlanırdınız:) “Doğrusu biz, ağır bir borç altına girip-zorlandık.” “Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık.” Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi?Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir meta kıldık. Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et. (Vakıa Suresi, 58-74)
Tebliğ yapılacak kişi ilk önce şu mantık üzerinde düşünmeye başlamalıdır: Düzen ya da estetik sahibi olan hiçbir şey, tesadüfen ya da kendi kendine oluşamaz. Eğer bir yerde bir düzen, bir denge, bir tasarım ve estetiğe sahip bir ürün varsa, bu mutlaka akıl sahibi bir varlık tarafından düzenlenmiş ve meydana getirilmiş demektir. Bir kağıdın üzerine çizilmiş düzgün bir geometrik şekil ya da tek bir düzgün harf gören biri, bunların akıl sahibi bir insan tarafından o kağıdın üzerine kondurulduğuna emindir. Çok büyük bir hesap ve denge üzerine kurulu olan evren de kuşkusuz üstün akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmıştır. O Yaratıcı herşeyin sahibi Allah’tır.
Dolayısıyla, gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz ya da hissettiğimiz herşey, bizlere yerlerin ve göklerin sahibi olan Yaratıcımız olan Allah’ı tanıtmaktadır. Allah, üzerlerinde Kendi sıfatlarını tecelli ettirmek için eşyayı var etmiştir. İnsanın kainatı saran kusursuzluk ve sonsuz güzellikler üzerinde detaylı olarak düşünmesi bu apaçık gerçeği fark etmesi için yeterlidir. Çünkü çevresini saran yaratılış gerçekleri, bu ihtişamlı düzenin bir sahibi olduğunu açıkça göstermektedir.
Tebliğ yapılan kişi bu anlayışa sahip olduktan sonra, Kuran ahlakının anlatılması daha da kolaylaşacaktır. Kişiye anlatılanlar, bu idrakten itibaren bir şey ifade etmeye başlayacak, kafasında bulanık durumdaki birçok kavram netleşerek yerine oturacaktır.