Cahiliye toplumlarında, insanlar birbirlerine yalnızca menfaat karşılığında iyi davranırlar. Bir insanın bir diğerine ilgi göstermesinin ardında, mutlaka bir menfaat beklentisi vardır. Bu durum cahiliye toplumunun çoğu üyesi tarafından da bilinir. Bu kişiler, bu yerleşik durumun doğal bir sonucu olarak, kendilerine ilgi gösteren herkes hakkında, “acaba ne gibi bir menfaat gözetiyor” şeklinde düşünürler. Eğer birisi oturup kendilerine yeni bir “dünya görüşü” aktarsa, yine bu bakış açıları değişmez. Hep, “bana bunu anlatmakla ne gibi bir çıkar gözetiyor” sorusu akıllarının bir köşesinde durur.
Oysa müminin tebliğ yapmak, yani Allah’ın dinini duyurup yaymaktaki tek amacı, Allah’ın kendisine farz kıldığı bir ibadeti yerine getirmektir. Bu hareketi ile sadece Allah’ı razı edebilmeyi, O’nun merhamet ve şefkatine mazhar olabilmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle de konuştuğu kişiden hiçbir menfaat beklentisi olmaz. Konuştuğu kişi din ahlakını yaşamayı kabul ettiği zaman, ondan kendisi için bir şey yapmasını isteyecek değildir. Çünkü anlattıkları kendi şahsi fikirleri değil, kainatı yoktan var eden Allah’ın yaşanmasını emrettiği din ahlakıdır.
Ancak cahiliye toplumundaki insanlar, bu durumdan habersizdirler. Karşılaştıkları insanın bir mümin olduğunun çoğu kez farkında değildirler. Farkında olsalar dahi, müminin menfaat beklememe gibi bir özelliği olduğunu bilemezler. Bu yüzden, bir mümin tebliğ maksadı ile kendilerine yaklaşıp, Kuran ahlakını anlatmaya başladığında, büyük olasılıkla “bu kişi bana bunları anlatmakla ne hedefliyor, benden ne gibi bir menfaat umuyor” gibi düşüncelere kapılacaklardır.
Bu yüzden karşı tarafın kafasındaki benzer şüpheleri gidermek, tebliğdeki en öncelikli konulardan biridir. Konuşulan kişiye, ortada hiçbir menfaat ilişkisinin olmadığı, tebliğdeki yegane maksadın Allah’ın rızası olduğu anlatılmalıdır. Nitekim Resuller Allah’ın dinini insanlara tebliğ ederken bu yöntemi izlemişlerdir. Kuran’da peygamberlerin kavimlerine hitaplarına baktığımızda, öncelikli olarak güvenilirliklerini vurguladıklarını görebiliriz. Örneğin, Ad kavmine gönderilen Hz. Hud (as), şöyle demiştir:
… Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka İlahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz. Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 50-51)
Hz. Nuh (as) ise, kendisine “… Biz sizi yalancılar sanıyoruz…” (Hud Suresi, 27) diyen kavmine karşı şöyle seslenmiştir:
Dedi ki: “Ey Kavmim, görüşünüz nedir söyleyin? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana Kendi Katından bir rahmet vermiş de (bu,) sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz bunu istemiyorken biz sizi buna zorlayacak mıyız? Ey Kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir…” (Hud Suresi, 28-29)
Kendisine tebliğ yapılan kişinin tedirginliği, söz konusu menfaat kuşkusundan daha farklı biçimlerde de gerçekleşebilir. Cahiliye toplumunda “zararlı” ve “tehlikeli” insanlarla karşılaşmaya, bunlara karşı mesafeli ve temkinli davranmaya alışmıştır. Bu nedenle, bu refleksin bir sonucu olarak belki müminlerden de çekinebilir. Kendisine zarar verecek insanlarla karşılaştığı gibi yersiz ve saçma bir kuruntuya kapılabilir. Özellikle de, müminlerin inkarcıların önde gelenlerine karşı yürüttükleri fikri mücadeleden rahatsızlık duyup, savunma psikolojisine kapılabilir.
Bu durumda karşı tarafa güvenilirliğin vurgulanması ve sahip olduğu muhtemel ya da görünür korkuların tek tek aşılması gerekmektedir. Eğer kendisine din ahlakının anlatıldığı kişi, müminlerin inkarcıların önde gelenlerine karşı yürüttükleri fikri mücadeleden tedirginlik duymuşsa, öncelikli olarak, bu fikri mücadelenin Kuran ayetlerine dayalı olan mantığı en iyi şekilde açıklanmalıdır. Müminlerin yalnızca Allah’ın dinine düşmanlık gösteren, Kuran ayetlerine karşı mücadele yürüten ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kişilere karşı fikri bir mücadele yürüttükleri ve tüm insanlara karşı adalet, hoşgörü ve saygı çerçevesi içinde dostça yaklaştıkları anlatılmalıdır. Tebliğ yapılan kişi, inkarcıların önde gelenlerinin iman edenler aleyhinde ürettikleri çirkin iftiralardan da etkilenmiş olabilir. Eğer bundan kaynaklanan bir tedirginlik taşıdığı gözlemlenirse, aynı şekilde bu iftiraların da içyüzü kendisine izah edilmeli, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmadığı samimiyetle anlatılmalıdır. Kuran’da tarih boyunca tüm elçilere ve salih müminlere atılan iftiralarla ilgili ayetler delil olarak gösterilerek, bu karalamaların gerçekte birer “mümin alameti” olduğu tarif edilmelidir. Ancak unutulmamalıdır ki, sözle yapılacak olan tüm bu açıklamaları etkili kılacak olan asıl faktör, müminin “hali”dir. Güven vermek, herşeyden önce tavırlarla, bakışlarla, mimiklerle, jestlerle, daha da doğrusu, tüm bu dış etkileri ortaya çıkaran ruh hali ile mümkün olur. Mümin, din ahlakını yaşamadaki kararlılığı, ihlası, samimiyeti ve güçlü imanı oranında karşı tarafı etkileyebilir. Kesin bir kararlılığa, asla sarsılmayacak sebat ve azme sahip olduğu sürece, karşı tarafın ısrarlı şüpheleri yada din ahlakından uzak kimselerin attığı büyük iftiralar, onda hiçbir olumsuz etki meydana getirmez. Böyle olunca da, güvenilirlik onun karakterinin sağlam bir parçası haline gelir ve tüm tavırlarına yansır.
Bu durum, en açık olarak Allah’ın dinini anlatmakla görevlendirdiği elçilerinde gözükmektedir. Örneğin Hz. Yusuf (as), zina iftirasıyla suçlanarak haksız yere zindana atılmasına karşın, Allah’a olan teslimiyetinden ve dolayısıyla vakar ve asaletinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Onun bu vasfı da zindandaki diğer mahkumlar tarafından hemen fark edilmiştir.
Kuran’da Allah’ın bildirdiğine göre, zindana atıldıktan sonra kendisine iki kişi yaklaşmış, ona gördükleri rüyaları anlatmış ve bunların yorumunu sormuşlardır. Zina gibi bir suçla suçlanarak zindana girmiş olan Hz. Yusuf (as)’ta böyle bir “hikmet” olduğunu hissetmelerinin sebebi ise, Hz. Yusuf (as)’ın hal ve tavrındaki güvenilirliktir. Rüyalarının yorumunu sorarken şöyle derler:
“… Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz.” (Yusuf Suresi, 36)
Müminin böylesine vakarlı ve güvenilir bir karaktere sahip olmasındaki en büyük etkenlerden biri, tebliği yalnızca bir ibadet olarak görmesi ve karşı tarafı inandırmak gibi bir sorumluluğa sahip olmadığını bilmesidir. Çünkü bir insanın iman edip etmemesi, “Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar…” (Enam Suresi, 125)ayetinin sırrıyla ancak Allah’ın dilemesiyle olur. Ve “… şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır” (Maide Suresi, 49) hükmüne göre de, insanların önemli bir bölümü iman etmeyecektir. Bu durumda, tebliğ yaptığı bir insanın iman etmemesi, mümini hiçbir şekilde etkilememelidir. Mümin, yalnızca kendi görevini yerine getirip din ahlakını tebliğ etmekle ve insanları iman etmeye davet etmekle yükümlüdür. Bir insana hidayet vermek ise ancak Allah’a mahsustur. Bu sırrı bilen mümin, hiçbir zaman karşı tarafı ikna edebilmek için gereksiz bir ısrarcılığa girmez. Tüm bunların yanında, tebliğin asıl olarak kendisiyle konuşulan kişiye yararlı olduğunun hatırlatılması da son derece önemlidir. Kendilerine tebliğ yapılan bazı kişiler, cahillikleri nedeniyle, tebliğe olumlu cevap verip din ahlakına tabi olduklarında, büyük bir “lütuf”ta bulunacaklarını sanırlar. Müminlerin kendisiyle ilgilenişini de, sahip olduğunu düşündüğü “üstün” özelliklerine bağlar ve iman ettiğinde kendisine tebliğ yapanlara büyük bir “iyilik” yapmış olacağını düşünür. Bu ilkel mantık, konuşulan kişinin cehaletinin ve akılsızlığının bir sonucudur. Allah Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
Müslüman oldular diye sana minnet etmektedirler. De ki: “Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)” (Hucurat Suresi, 17)
Bir kişinin iman etmesi sadece kendisine fayda sağlar. Ve insanın öncelikle bilmesi gereken şey, iman etmeye sadece ve sadece kendisinin ihtiyacı olduğudur. Allah her türlü eksikliklerden münezzehtir ve hiç kimsenin iman etmesine ihtiyacı olmayandır. Ama herkes imana ve Allah’ın rızasını kazanmaya muhtaçtır. Konuşulan kişiye bu gerçek anlatılmalı ve Müslüman olmakla dine büyük bir kazanç sağlayacağını düşünüp kendisini çok “kıymetli” bir kişi olarak görmesinin ne kadar çocukça ve akılsız bir düşünce olduğu tarif edilmelidir. Söz konusu kişi bilmelidir ki, kendisiyle övünmesi çok büyük bir hatadır. Çünkü içinde yaşadığı cahiliye hayatı nedeniyle, “ateş çukuru”nun kenarındadır. Onu oradan alıp ebedi bir kurtuluşa götürebilecek olan yegane çıkış yolu ise İslam’dır. Bu nedenle ona yapılan bu davet gerçekte çok büyük bir nimet, çok büyük bir lütuftur.
Müminlerin kendisiyle ilgilenmesi, tebliğ yapılan bir kişi için başlı başına bir şereftir. Bu ona fark ettirilmeli, İslam’la tanışmasının Allah’ın kendisine bahşettiği bir lütuf olduğu anlatılmalıdır. Müminlerin kendisiyle boşuna ilgilenmediklerini, Allah’ın dinini tebliğ eden ve kendisini bir taraftan ebedi kurtuluşa çağırırken, diğer yandan da ebedi cehennem azabı ile uyaran birer görevli olduklarını anlamalıdır. Cahiliye toplumunun baştan beri saydığımız içgüdü ve reflekslerinden kaynaklanan engeller aşılıp da, kendisine tebliğ yapılan kişi karşısındaki mümine saygı ve güven besler hale gelirse, artık “asıl konu”ya Allah’ın Kuran’da bildirdiği gerçekler anlatılmaya geçilebilir. Çünkü tüm bu güven kazandırıcı hazırlıklar, karşı tarafı dini anlamaya açık hale getirmek içindir.