Adaletin yeryüzünde gerçekten uygulanabilmesi için, insanların kişisel çıkarlarını bir kenara bırakmalarına vesile olacak bir ahlaka ihtiyaç vardır. Bu ahlak, Allah’ın bizlere öğrettiği ve uygulanmasını emrettiği Kuran ahlakıdır.
Siz şu satırları okuduğunuz sırada dünyanın dört bir yanında savaşlar devam ediyor, insanlar ölüyor, sakat kalıyor, evinden, yurdundan çıkmak zorunda bırakılıyor. Ölüm tehlikesi içinde yüzlerce kilometreyi yürüyerek kateden mülteciler açlıkla, susuzlukla ve salgın hastalıklarla mücadele ediyor, fakat bu zulmü yapan kişiler vicdan rahatlığı içinde hayatlarına devam edebiliyor, yemek yiyor ve sıcak yataklarında huzurlu bir şekilde uyuyabiliyorlar.
Şu an dünya ülkelerine baktığımızda, adaletin, maddi gücü elinde bulunduran azınlıklar tarafından, eğer canları isterse uygulattırdıkları bir prosedür haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Eğer “insafa gelirlerse” ihtiyaç içinde olan bu insanlara yardım eli uzatıyor, yine “insafa gelirlerse” adaletli davranıyorlar. Dünyanın dört bir yanında insanlar haksız kazançlar elde ederek, fakirlerin hakkını yiyerek refah içinde yaşıyorlar. Suçsuz insanlar cezalandırılırken gerçek suçlular itibar ve iltifat görüyor.
Dünyada adaletsizlik hüküm sürüyor.
Peki neden? İnsanlar adaletin gerekliliğine inanmıyorlar mı?
Aslında adalet dendiğinde herkes temelde aynı kavramları anlar ve bu kavramlar çoğu insan tarafından genel kabul görür. Bu, hiçbir farklılık gözetmeden tüm insanları kapsayan, insanlar arasındaki dil, din, ırk gibi tüm ayrımlara rağmen, imkanları hakka uygun bir biçimde paylaştıran, güçlülerin değil haklıların üstün olduğu bir dünya oluşturmayı hedefleyen bir adalet anlayışıdır.
İnsanları adaletten uzaklaştıran etken ise, prensipte kabul ettikleri bu adalet kavramını kendi çıkarları ile çatıştığında reddetmeleridir. Örneğin rüşvetin kötü bir yol olduğunu ve rüşvet yiyerek adaletsizlik yapmanın ahlaksızlık olduğunu sözde herkes kabul eder. Ama kendilerince cazip bir rüşvet teklifi ile yüzyüze gelen bazı insanlar, birtakım “gerekçeler” uydurarak, sözde kabul ettikleri bu kıstasları hiç düşünmeden çiğneyebilmektedirler.
Aynı şekilde, mahkemelerde şahitlik yapan insanların mutlaka doğru konuşmaları, gerçeği anlatmaları gerektiğini de herkes bilir ve kabul eder. Oysa bir mahkemede şahit olarak ifade veren bazı insanlar, kendilerinin veya yakınlarının çıkarları söz konusu olunca hemen tavır değiştirir ve kolaylıkla yalan söylerler. Adaleti prensipte kabul etmekte, ama kendi çıkarlarıyla çatıştığı anda tereddütsüz olarak çiğnemekte sakınca görmemektedirler. Kamuya açık malların eşit paylaşılması gerektiğini de yine herkes prensipte kabul eder. Ancak bir “yardım kampanyası” olduğunda, dağıtılan mallardan daha fazla, hem de hakkından fazla alabilmek için pek çok insan birbirini ezer. Yine, çıkarlar adalete karşı üstün gelmiştir.
Bu şekilde pek çok örnek verebiliriz. Ama sonuçta karşılaştığımız gerçek aynıdır: İnsanlar adaletin gerekliliğine inansalar dahi, kendi çıkarları söz konusu olduğunda adaleti çiğnemektedirler. Bu şekilde düşünen insanlar büyük bir çoğunluğu oluşturdukları için de, adalet hayali bir kavram olmaya devam etmektedir.
Adaletin yeryüzünde gerçekten uygulanabilmesi için ise, insanlara, adalet uğruna kendi çıkarlarını bir kenara bıraktırabilecek bir ahlaka ihtiyaç vardır.
Bu ahlak, Allah’ın bizlere öğrettiği ve emrettiği Kuran ahlakıdır. Çünkü Kuran ahlakı insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden, sadece haktan ve doğrulardan yana, katıksız bir adaleti emretmektedir. Allah Nisa Suresi’nde inananlara, kendi aleyhlerinde de olsa adaletli davranmalarını şöyle emreder:
“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisa Suresi, 135)
Ayette de bildirildiği gibi insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden, sadece Allah rızası gözetilerek, Allah’tan korkarak sağlanan adalet gerçek adalettir. Böyle bir adalet hedeflendiğinde, ne şahsi bir menfaat, ne dostluk, ne düşmanlık, ne de kişinin hayata bakış açısı, dili, ırkı, teninin rengi kararlarına etki edemeyecek, sadece ve sadece haktan yana karar verilecektir. Kuran ahlakının gerçek anlamda yaşandığı toplumlarda gerçek adaletin, gerçek huzurun ve güvenin yaşanacağı mutlaktır. Çünkü ancak Allah’tan korkan, hesap gününde tüm yapıp ettikleriyle hesaba çekileceğini bilen bir insan gerçek adaleti sağlayabilir.
Nitekim tarih bunun ispatıdır. Allah’ın “Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.” (Araf Suresi, 181) şeklinde bildirdiği gibi, tarih boyunca adaletin hakim olduğu dönemler yaşanmıştır. Başta peygamberler ve sonra da onların yolunu izleyen pek çok adil yönetici yaşadıkları dönemlerde toplum içerisinde güven ve barış ortamı oluşturmuşlardır.
Örneğin Müslüman Türk Milleti, geçmiş yüzyıllarda gerçek adaletin nasıl sağlanabileceği konusunda tüm dünya ülkelerine örnek olmuştur. Gerek Selçuklu döneminde gerekse Osmanlı döneminde, çok farklı dinlere mensup, ayrı dilleri konuşan, farklı toplumlar aynı bayrağın altında, birarada huzur içinde yaşamış ve toplumsal adalet sağlanmıştır.
Müslüman Türkler ayak bastıkları her yerde adaletli uygulamalarıyla tanınmış, hoşgörülü, barışçıl ve merhametli tavırları nedeniyle fethedilen ülkelerin halkları tarafından dahi sevinçle karşılanmışlardır.