Firavun, elindeki güç ve ihtişamdan ötürü büyüklenmiş, Allah’ın sınırlarının tamamen dışına çıktığı gibi, en son kendi ilahlığını ilan edecek kadar azgınlığın uç noktalarına varmıştı. Baskı altına aldığı halkı da dayanılmaz sıkıntılara uğratıyordu. Elindeki gücü korumak için ne yapacağına şaşırmış bir halde her türlü baskı yöntemine başvurmaktaydı. İşte Allah bu noktada elçisi Hz. Musa’ya “Firavun’a git, çünkü o azmış bulunuyor” (Taha Suresi, 24) emrini vahyetmiş ve kendisini bir uyarıcı ve korkutucu olarak Firavun’a göndermiştir.

Firavun’un tüm insanlığa ibret olan büyüklenmesi ve bunun sonucu olan azgınlığı, ayetlerde şöyle anlatılır:

İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar.” (Musa ve Harun) Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten onun bize karşı ‘taşkın bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz. Dedi ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum. (Taha Suresi, 43-46)

Böylece Firavun bizzat Allah’ın elçisi tarafından doğru yola davet edilmiştir. Ancak bu onu ıslah etmek yerine, öfkesini ve azgınlığını arttırmıştır. Bu öfkenin altında yatan en önemli etken, sahip olduğu siyasi ve askeri güç yüzünden büyüklenmesi ve durumunu kaybetmekten korkmasıdır. Kuran’da Firavun’un sert üslubu ve kendine olan hayranlığı şöyle anlatılır:

Firavun kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamaktan yoksun olan (biri)dir. (Zuhruf Suresi, 51-52)

Ayetin başında Firavun’un bağırarak kavmine seslenişi dikkat çekmektedir. Onlara aşağılayıcı ve hükmedici bir ifadeyle seslenmesinin altında önemli bir psikolojik taktik vardır. Öncelikle halkına kendi gücünü ve siyasi konumunu ikrar ettirecek birtakım sorular yöneltir. “Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” ifadesi kendisini üstün görme saplantısının başlıca nedeninin sahip olduğu mülk olduğunu gösterir. Ayetin geri kalan bölümünde ise Firavun, Allah’ın elçisi olan Hz. Musa’dan “şu” diye söz eder ve onu “aşağı sınıftan bir zavallı” olarak tanımlar. Burada dikkat çekilmesi gereken çok önemli nokta, Firavun’un, kendisinin Hz. Musa’dan daha hayırlı olduğunu belirtirken, şeytanın Allah’a isyan ettiği anda kullandığı ifadenin aynısını kullanmasıdır. Yalnızca birtakım zahiri ölçülere -mülk, soy ve makam- dayanarak Hz. Musa’yı küçümsemiş ve ona tabi olmayı reddetmiştir. Şeytan da Hz. Adem’e secde emrini aldığında, Firavun gibi kendini üstün görerek Hz. Adem’e tabi olmayı reddetmiş ve Allah’ın emrine isyan etmiştir. Bu durum ayette şöyle haber verilir:

(Allah) Dedi: “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?”(İblis) Dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Araf Suresi, 12)

Burada yine önemli bir nokta vardır. O da büyüklenmenin şuuru tamamen örttüğüdür. Öyle ki, Allah’la bizzat muhatap olan, O’nun varlığını ve birliğini bilen şeytan, bütün bu bilgisine rağmen Hz. Adem’e secde emrine karşı gelmiştir. İşte Firavun’un sınır tanımaz azgınlığının nedeni de budur; Allah’ın kendisine verdiği mülk ve diğer nimetlerden dolayı büyüklenmek ve bu fiziksel imkanlara dayanarak kendisini üstün görmek. Firavun Hz. Musa’ya karşı bu isyankar tavrından sonra, tarih boyunca, hemen hemen bütün resuller için yöneltilmiş olan bir soruyu, halkına seslenerek sormuştur:

Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf Suresi, 53)

Bu soru da çok önemli bir noktayı gösterir. İnkar edenler normal bir insanın elçi olarak görevlendirilmesini kabullenemezler. İnkarcıların ölçüleri vicdanları olmadığı için, elçide görmek istedikleri de, takva, Allah’a yakınlık, samimiyet, akıl ve Allah’a teslimiyette önderlik değildir. İnkarcılar iman etmek için elçiden olağanüstü bir maddi zenginlik ya da doğaüstü olaylar beklerler. İşte bu saplantı inkarcıların hidayete erememelerinin en büyük nedenlerindendir. Çünkü içlerindeki kibir, kendileri gibi bir insana tabi olmalarına, o insana itaat etmelerine engel olur. Vicdanlarına uymak yerine, nefislerinin emrettiklerine uyarak kibirlerini korumayı tercih ederler.

Firavun’un saçma ve mantıksız sorular sorarak inkarda ayak diretmesi:

Allah’tan gelen vahiy üzerine Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile birlike Firavun’a gitmiş ve kendisine emredildiği üzere ona tebliğ yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine Firavun, kendilerine Allah’ın yolu tebliğ edilen inkarcıların sık sık uyguladıkları bir taktiğe yönelmiştir. Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’u zorlayacağını umduğu mantıksız ve şeytani sorularını art arda yöneltmiştir. Bu soruların ortak noktası imana yönelmek amacıyla değil, açık aramak ve alay etmek amacıyla sorulmuş olmalarıdır. Aslında bu soruların her birinin cevabını kendisi de vicdanen bilmektedir. Örneğin Firavun’un kendisine Allah’ın dinini tebliğ etmeye gelen Hz. Musa ve Hz. Harun’a sorduğu ilk soru şöyledir: “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?” (Taha Suresi, 49)

Bu soru tam anlamıyla bir büyüklenme gösterisidir. Allah’ın elçisine yönelttiği bu soruya nasıl cevap vereceklerini merakla bekleyen Firavun’a karşı Hz. Musa’nın cevabı oldukça net ve hikmetli olmuştur.

Dedi ki “Bizim Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Taha Suresi, 50)

Bu son derece akılcı ve samimi cevap karşısında Firavun hiçbir savunma bulamamıştır. Firavun’un sorduğu ve hiçbir mantıklı yönü olmayan diğer bir soru ise şudur:

(Firavun) dedi ki: “İlk çağlardaki nesillerin durumu nedir öyleyse?” (Taha Suresi, 51)

Bu sorunun altında yatan niyet, samimi bir merak değildir. Firavun inkarını ve sahtekarlığını örtmek, konuyu geçiştirmek maksadıyla, dikkati kendi üzerinden saptırıp kendince kafa karıştırmaya çalışmaktır.

Benzeri “konu dağıtıcı” sorulara başka inkarcılar da başvururlar. Oysa kendilerini uyaranlara karşı yönelttikleri bu tür kaçış soruları, inkarcıları sonsuz olan cehennem azabından kurtarmayacaktır. Çünkü bu uyarılar onlara yaşamakta oldukları anda yapılmaktadır. Yani bu insanlardan, kendilerinden önce yaşamış ve “yok olmuş” olan kavimlerin durumunun ne olacağını araştırmaları istenmemektedir. O kavimlerin durumu, kimi hangi konuda sorumlu tutup kimi tutmayacağı, elbette hiçbir şeyi unutmayan, sonsuz adalet ve sonsuz vicdan sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’ın bileceği bir konudur. Nitekim Hz. Musa’nın da vermiş olduğu cevap, bu gerçeği oldukça açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:

(Musa) Dedi ki: “Bunun (önceki nesillerin) bilgisi Rabbimin Katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” (Taha Suresi, 52)

Ardından Hz. Musa Firavun’a, Allah’ın insanlara verdiği nimetleri hatırlatarak, O’nun varlığının delillerini sıralamıştır:

“Ki (Rabbim) yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardı.” (Taha Suresi, 53)

Ancak vicdanının sesini kesinlikle dinlemeye yanaşmayan, amacı kendi kibirini ve ülkesi içindeki konumunu korumak ve bu nedenle açık aramak olan Firavun, bu yolla birşey elde edemeyeceğini anlayınca, konuyu tamamen başka bir şekle sokmuştur. Artık Allah’ın varlığı hakkında sorular sormayıp, Hz. Musa’yı siyasi birtakım ithamlarla suçlamaya başlamıştır.

Firavun’un bilinçaltındaki gerçek endişe bu noktada, yani ancak köşeye sıkıştığında ve Hz. Musa’ya cevap veremediğinde ortaya çıkmıştır. Hz. Musa’ya sorduğu her soruya son derece akılcı, tutarlı cevaplar alan Firavun, bu gerçeği vicdanında fark etmesi dolayısıyla büyük bir endişeye kapılmıştır. Firavun’un endişesi, en büyük putu olan saltanatını, mülkünü ve topraklarını kaybetmektir. Bu endişeyle de başka çıkar yol bulamayınca Hz. Musa’yı sihir yapmakla ve siyasi hedefler peşinde koşmakla suçlamıştır:

Andolsun, Biz ona ayetlerimizin tümünü gösterdik; fakat o, yalanladı ve ayak diretti. Dedi ki: “Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun?” (Taha Suresi, 56-57)

Günümüzde de Allah’ın sonsuz gücünü kavrayabilmek için vicdanlarına başvurmayan, Firavun karakteri göstererek kibirlenen çok sayıda insan mevcuttur. Bu insanların Firavun gibi mutlaka bir ülkenin başında olmaları, diktatörvari bir yönetim sürmeleri gerekmemektedir. Bu bölüm boyunca verdiğimiz örnekler, insanların Allah’ın gücünü ve birliğini inkar edebilmek için sordukları samimiyetsiz soruların bir kısmıydı. Çevremize baktığımızda gördüğümüz ise, bu tarz soruların farklı kelimelerle dahi olsa dile getirildiğidir. Kısacası her dönemde aynı inkarcı felsefe, vicdansızlığı uygulamada ayak diretmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, Allah Firavun’un sonunu, onu ve ardındaki tüm gücünü suda boğup yok ederek tüm insanlara bir ibret kılmıştır. Firavun karakterini sürdüren ve bunda ısrarlı bir inatla direnenler, bu sonucu da göze almalıdırlar.

Allah’ın varlığı ile ilgili çarpık düşünceleri olması:

Kuran’dan öğrendiğimiz kadarıyla Firavun tam anlamıyla ateist bir düşünce yapısına sahip değildi. Kendisinin ilahlık iddiası sadece hükmettiği kavme yönelikti ve bu iddia kavmin toprakları üzerinde, kendisine itaat edilmesi ve kayıtsız şartsız teslim olunması anlamını taşıyordu.

Bir başka deyişle, birçok inkarcı gibi o da Allah’ın varlığını biliyor, fakat Allah’ı gereği gibi takdir edemiyordu. Eriştiği dünyevi konumunun verdiği sarhoşluk içinde Allah’ı yeryüzünde değil -haşa-, sadece göklerde hüküm süren bir ilah olarak düşünmüş ve kendisini hükümran olduğu Mısır’ın “Rabbi” olarak görmüştü. Firavun’un bu klasik inkarcı anlayışını, alaycı bir üslupla dile getirdiği ve ayette ibret olarak nakledilen aşağıdaki sözlerinden anlamaktayız:

Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)

Firavun’un bu çarpık mantığına da günümüz insanlarında rastlamak mümkündür. Belki Firavun gibi “göğe merdiven dayama” fikri öne sürülmemektedir, ama benzer bir felsefe ile insanlar, Allah’ın tüm evreni, içindeki canlılarla birlikte yaratıp bıraktığı fikrini taşımaktadırlar. Öyle ki, bugün birçok insan Allah’ı (haşa) gökyüzünde oturan, dünya işlerine karışmayan bir varlık olarak algılamaktadır. Kuşkusuz bu saçma inanç, bir insanın vicdanını devre dışı bırakarak kendisine sonsuz nimetler veren Rabbimiz’i inkar etmesinin örneklerindendir. Çünkü Allah sonsuz kudret sahibidir; gökleri ve yeri varlığıyla sarıp kuşatmıştır, onların ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir.